Bunu Julius Evola’nın, insan olaylarının
hareketlerini, saklı ve aşkın kuvvetlere dayandırmasında görüyoruz. Bununla
beraber, bu kuvvetler hakkında hiçbir ayrıntı vermiyor. Eğer Rene Guenon’a
dönersek, bu kuvvetlerin tanındığını fakat ayrıntılandırılmadan işlendiğini
görürüz, Guenon bu kuvvetleri tecelli etmemiş kuvvet, biçimsiz tecelli etmiş
kuvvet ve biçimli tecelli etmiş kuvvet olarak üçe ayırır.
Biçimli tecelli, var olan dünya âlemi ile
birlikte beden ve ruhu da içeren insanlık halimizdir. Guenon’un yazıları,
kendisinin Sufî öğretilerinin en yüce kimliği dediği tüm halleri aşan saf
metafiziğe yönelmiştir. Biçimsiz tecelli maddesel dünyada bireyleşmemiş varlık
veya kavramları içerir. Tecellinin bir parçası olarak, Guenon’un çalışması tam
anlamıyla metafizik olmayıp, kozmoloji gibi geleneksel bilimleri de içerir. Bu
Guenon’un da gördüğü gibi kendisine ait bir görev değildir.
Biçimsiz tecelliyi incelemek için iki yol
bulunmaktadır. İnsanın bakış açısından bakıldığında bu durum insanlık haline
kati suretle aşkın bir durumdur. Bununla beraber, varoluş açısından
bakıldığında insanlık hali, biçimsiz tecellinin başka birçok yüksek halleri
arasında, mümkün hallerden sadece birisidir. Böylelikle, varoluşun çoklu
halleri içerisinde, Guenon, zahiri dinlerin harici varlıkları olarak görülen
meleklerden bahseder. Bununla beraber, bunlar Bâtıni olarak yüksek
hallerdir. Bu haller mutlaklık ile
insanlık hali arasındadırlar. Bu hallerin ayrıntıları için başka bir yere
bakmamız gerekmektedir.
Lütfen melekleri sadece çoğunuzun alışmış
olduğu hissi yol ile düşünmeyiniz. Melekler derken, biçimsiz tecellinin
parçalarından biçimlenen üstün nitelikli akılları kast etmekteyiz. Sadece saklı
tarihin, kavimlerin ve ırkların tarihi olarak da adlandırabileceğimiz bir
parçasına odaklanarak, bu biçimi Thomas Aquinas’ta bulmaktayız:
İnsani meseleler için, doğrusu ülkeler ve
toplulukların iyiliği için ortak bir fayda bulunmaktadır ve bu öyle görünüyor
ki eyaletler düzenine ait bir faydadır. … Krallıkların uzlaşması ve hâkimiyetin
bir kavimden diğerine geçmesi bu düzenin vekâletine bağlı olmalıdır.
Hükümdarlıklarının yönetimi ile alakalı konularla ilgilenen insanlar arasından
çıkıp liderlik pozisyonlarını ele geçirenlerin yönlendirmesi de bu düzeni
ilgilendiriyor gibi görünmektedir. (~ Thomas Aquinas, Summacontra Gentiles, III, 80)
Böylece, Principalities (eyaletler düzeni)
olarak adlandırılan, çeşitli ülkeleri, etnisiteleri ve ırkları etkileyen ya da
onlara atfedilen bir melekler düzeni olduğu söylenebilir. Savaşlar, göçleri,
işgaller, değişimler ve daha fazlası, maddesel, biyolojik, ekonomik ve
ideolojik sebeplerin üzerinde ve ötesindedirler.
Summa’nın III. Kitabı, sadece, ancak insan
tecrübesi ve mantık yürütme ile bilinebilen ve hiçbir özel ilham anlarına bağlı
olmayan konuları işler. Öyleyse insani olayların, saklı ve aşkın kuvvetlerin
konusu olduğunun belirtisinin kanıtı nedir? Şu üç kanıtı sunabiliriz:
1. Kesin fikirler ve
entelektüel hareketlerin süratliliği bir milleti ya da o milletin belirli
bileşenlerini eliyle kavrayabilir. Nadiren, entelektüel önsezinin bir sonucudur
fakat kendiliğinden meydana geliyorlarmış gibi görünür.
2. Devrimlerin ve politik
programlarının gerçek sonuçları temeldeki niyetlerle bağdaşmazlar. Hemen fark
edilmese bile, sonradan kuşkusuz geçen zaman ile beraber, herhangi birincil
başarı, inkâr halleri ile nihai sonuç, temeldeki hareketin karşıtı
tamamlanıncaya kadar devam edecektir.
3. Bu, geleneksel
kültürlerin ortak tecrübesidir.
İlk ikisi yeterince açık ve aşikârdır, böylece
üçüncüye odaklanabiliriz. Guido de Giorgio’nun da yazdığı gibi: “geleneksel
gerçeğin saf alanında kalmaya niyetlenmiş olan kişi, mantıksal olarak daima
geçmişe doğru döner, kuşkusuzluğun hallerinin izini sürer ve elde ettiklerini
tecrübelerine ekler.
Böylece, eğer biz, atalarımızın daha önce yaptıkları
gibi dünyayı tecrübe edemezsek, adımlarımızın izlerini sürmemiz gerekir. Buna
başlamanın yolu, Henry Corbin’in “yaratıcı imgelem” adını verdiği hermetik meditasyondur. Orta çağ’da imgelem içsel bir zeka olarak kabul
ediliyordu.
Örnek verecek olursak, Truva Savaşı’nda,
tanrılar ve tanrıçalar, çatışmada farklı tarafları tutmuşlardır. Convivio adlı eserinde Dante, bu durumu yüksek zekâlarla
ve Principalities’le ilişkilendirir ve şöyle der:
Tanınmış ve üstün Eflatun gibi, sadece cennetin
kubbeleri (küreleri, spheres) kadar çok zekâların olduğunu değil, örneğin
insanlık, altın, boyutlar ve böyle devam eden şeylerin türleri de olduğunu
savunan diğerleri de bulunmaktadır. Eflatun, nasıl ki kendi kürelerini varlığa
zuhur ettiren cennetsel zekaları tuttuğu gibi böylece diğer zekalar da diğer
tüm şeyleri ve misalleri, her biri kendi
türleri ile varlık alanına getirirler; ve Eflatun onlara, evrensel biçimler ve
doğalar anlamında, İdeler adını verir… Paganlar onlara tanrılar ve tanrıçalar
derler.
Dante, bu yüksek zekaların, insani meselelere
politika ya da savaşlar bağlamında karıştığı konusu hakkında daha fazlasını
söyler. Tanrılar ve tanrıçalar, Eflatun’un İdeler adını verdiği kesin
nitelikleri de temsil ederler: güzellik, bilgelik, savaşçı ruh vb. Guenon’un kuramında
ise ideler, tecelli olmamış mutlaklığın sonsuzluğu içindeki mümkünler olarak
karşımıza çıkar. Bununla beraber, fikirlerin soyutlamalar olarak değil yaşayan
varlıklar olarak tecrübe edildiği biçimsiz tecellinin imgesel dünyasında da
başka bir varlığa sahiptirler.
Giorgio’nun da dikkat çektiği gibi, geçmişi
basitçe bize harici gelen, antika meraklısının ilgisi gibi saymaz. Aksine,
geleneksel gerçekler yeniden bulunmalı ve canlandırılmalıdır. Belirli bir
biçimde, kişi bunları varoluşun yüksek halleri gibi yaşamalıdır. Evola’nın asla
belirtme zahmetine girmediği gibi eylem yolu, farkındalığa ve bu yüksek halleri
elde etmeye götürmez. Etkili eylem ya da geleneğin geri kazanımı, ancak bu
yüksek hallerin dışında meydana gelebilirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder