14 Haziran 2012 Perşembe

Külliyat ile Tecelliyat Arasındaki Münasebet

Külliyattan kastımız metafizik alemi, tecelliyattan kasıt ise algılanan madde alemi olmak üzere, bu konu hakkında: http://www.gornahoor.net/?p=4382 adresinde yayınlanmış olan makaleyi çevirdim ve sizlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşıyorum...


Bunu Julius Evola’nın, insan olaylarının hareketlerini, saklı ve aşkın kuvvetlere dayandırmasında görüyoruz. Bununla beraber, bu kuvvetler hakkında hiçbir ayrıntı vermiyor. Eğer Rene Guenon’a dönersek, bu kuvvetlerin tanındığını fakat ayrıntılandırılmadan işlendiğini görürüz, Guenon bu kuvvetleri tecelli etmemiş kuvvet, biçimsiz tecelli etmiş kuvvet ve biçimli tecelli etmiş kuvvet olarak üçe ayırır.
Biçimli tecelli, var olan dünya âlemi ile birlikte beden ve ruhu da içeren insanlık halimizdir. Guenon’un yazıları, kendisinin Sufî öğretilerinin en yüce kimliği dediği tüm halleri aşan saf metafiziğe yönelmiştir. Biçimsiz tecelli maddesel dünyada bireyleşmemiş varlık veya kavramları içerir. Tecellinin bir parçası olarak, Guenon’un çalışması tam anlamıyla metafizik olmayıp, kozmoloji gibi geleneksel bilimleri de içerir. Bu Guenon’un da gördüğü gibi kendisine ait bir görev değildir.
Biçimsiz tecelliyi incelemek için iki yol bulunmaktadır. İnsanın bakış açısından bakıldığında bu durum insanlık haline kati suretle aşkın bir durumdur. Bununla beraber, varoluş açısından bakıldığında insanlık hali, biçimsiz tecellinin başka birçok yüksek halleri arasında, mümkün hallerden sadece birisidir. Böylelikle, varoluşun çoklu halleri içerisinde, Guenon, zahiri dinlerin harici varlıkları olarak görülen meleklerden bahseder. Bununla beraber, bunlar Bâtıni olarak yüksek hallerdir.  Bu haller mutlaklık ile insanlık hali arasındadırlar. Bu hallerin ayrıntıları için başka bir yere bakmamız gerekmektedir.
Lütfen melekleri sadece çoğunuzun alışmış olduğu hissi yol ile düşünmeyiniz. Melekler derken, biçimsiz tecellinin parçalarından biçimlenen üstün nitelikli akılları kast etmekteyiz. Sadece saklı tarihin, kavimlerin ve ırkların tarihi olarak da adlandırabileceğimiz bir parçasına odaklanarak, bu biçimi Thomas Aquinas’ta bulmaktayız:
İnsani meseleler için, doğrusu ülkeler ve toplulukların iyiliği için ortak bir fayda bulunmaktadır ve bu öyle görünüyor ki eyaletler düzenine ait bir faydadır. … Krallıkların uzlaşması ve hâkimiyetin bir kavimden diğerine geçmesi bu düzenin vekâletine bağlı olmalıdır. Hükümdarlıklarının yönetimi ile alakalı konularla ilgilenen insanlar arasından çıkıp liderlik pozisyonlarını ele geçirenlerin yönlendirmesi de bu düzeni ilgilendiriyor gibi görünmektedir. (~ Thomas Aquinas, Summacontra Gentiles, III, 80)
Böylece, Principalities (eyaletler düzeni) olarak adlandırılan, çeşitli ülkeleri, etnisiteleri ve ırkları etkileyen ya da onlara atfedilen bir melekler düzeni olduğu söylenebilir. Savaşlar, göçleri, işgaller, değişimler ve daha fazlası, maddesel, biyolojik, ekonomik ve ideolojik sebeplerin üzerinde ve ötesindedirler.
Summa’nın III. Kitabı, sadece, ancak insan tecrübesi ve mantık yürütme ile bilinebilen ve hiçbir özel ilham anlarına bağlı olmayan konuları işler. Öyleyse insani olayların, saklı ve aşkın kuvvetlerin konusu olduğunun belirtisinin kanıtı nedir? Şu üç kanıtı sunabiliriz:
1.       Kesin fikirler ve entelektüel hareketlerin süratliliği bir milleti ya da o milletin belirli bileşenlerini eliyle kavrayabilir. Nadiren, entelektüel önsezinin bir sonucudur fakat kendiliğinden meydana geliyorlarmış gibi görünür.
2.       Devrimlerin ve politik programlarının gerçek sonuçları temeldeki niyetlerle bağdaşmazlar. Hemen fark edilmese bile, sonradan kuşkusuz geçen zaman ile beraber, herhangi birincil başarı, inkâr halleri ile nihai sonuç, temeldeki hareketin karşıtı tamamlanıncaya kadar devam edecektir.
3.       Bu, geleneksel kültürlerin ortak tecrübesidir.
İlk ikisi yeterince açık ve aşikârdır, böylece üçüncüye odaklanabiliriz. Guido de Giorgio’nun da yazdığı gibi: “geleneksel gerçeğin saf alanında kalmaya niyetlenmiş olan kişi, mantıksal olarak daima geçmişe doğru döner, kuşkusuzluğun hallerinin izini sürer ve elde ettiklerini tecrübelerine ekler. 
Böylece, eğer biz, atalarımızın daha önce yaptıkları gibi dünyayı tecrübe edemezsek, adımlarımızın izlerini sürmemiz gerekir. Buna başlamanın yolu, Henry Corbin’in “yaratıcı imgelem” adını verdiği hermetik meditasyondur. Orta çağ’da imgelem içsel bir zeka olarak kabul ediliyordu.
Örnek verecek olursak, Truva Savaşı’nda, tanrılar ve tanrıçalar, çatışmada farklı tarafları tutmuşlardır. Convivio adlı eserinde Dante, bu durumu yüksek zekâlarla ve Principalities’le ilişkilendirir ve şöyle der:
Tanınmış ve üstün Eflatun gibi, sadece cennetin kubbeleri (küreleri, spheres) kadar çok zekâların olduğunu değil, örneğin insanlık, altın, boyutlar ve böyle devam eden şeylerin türleri de olduğunu savunan diğerleri de bulunmaktadır. Eflatun, nasıl ki kendi kürelerini varlığa zuhur ettiren cennetsel zekaları tuttuğu gibi böylece diğer zekalar da diğer tüm şeyleri ve misalleri,  her biri kendi türleri ile varlık alanına getirirler; ve Eflatun onlara, evrensel biçimler ve doğalar anlamında, İdeler adını verir… Paganlar onlara tanrılar ve tanrıçalar derler.
Dante, bu yüksek zekaların, insani meselelere politika ya da savaşlar bağlamında karıştığı konusu hakkında daha fazlasını söyler. Tanrılar ve tanrıçalar, Eflatun’un İdeler adını verdiği kesin nitelikleri de temsil ederler: güzellik, bilgelik, savaşçı ruh vb. Guenon’un kuramında ise ideler, tecelli olmamış mutlaklığın sonsuzluğu içindeki mümkünler olarak karşımıza çıkar. Bununla beraber, fikirlerin soyutlamalar olarak değil yaşayan varlıklar olarak tecrübe edildiği biçimsiz tecellinin imgesel dünyasında da başka bir varlığa sahiptirler.
Giorgio’nun da dikkat çektiği gibi, geçmişi basitçe bize harici gelen, antika meraklısının ilgisi gibi saymaz. Aksine, geleneksel gerçekler yeniden bulunmalı ve canlandırılmalıdır. Belirli bir biçimde, kişi bunları varoluşun yüksek halleri gibi yaşamalıdır. Evola’nın asla belirtme zahmetine girmediği gibi eylem yolu, farkındalığa ve bu yüksek halleri elde etmeye götürmez. Etkili eylem ya da geleneğin geri kazanımı, ancak bu yüksek hallerin dışında meydana gelebilirler.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Arabi'nin Fütühhat'ından bir pasaj; "İlimlerin Sınıflandırılması"


İlimler üç kısımdır: birinci kısım, akıl ilmidir. Bu ilim, insanda zorunluluk hükmüyle gerçekleşen veya delilin yönünü öğrenmek tarzıyla delili incelemekle gerçekleşen ilimlerdir. Bu ilmin kuşkuları da kendi cinsindendir. Bu nedenle nazar (teorik düşünce, araştırma) hakkında şöyle derler: “bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış!”
İkinci ilim haller ilmidir. Haller ilmi, sadece zevk (yaşama, tatma) yoluyla elde edilebilir. Dolayısıyla akılcı kişi, onu tanımlayamaz ve öğrenilmesi için kanıt ortaya koyamaz. Balın tatlılığını, sıbır otunun acılığını ve cinsel ilişkinin hazzını bilmek; aşkı, coşkuyu, arzuyu ve bunlara benzeyen şeyleri bilmek, bu kısma girer. Bu gibi ilimler, kendileriyle nitelenmeden ve tatmadan öğrenilmeyen ilimlerdir. Sahiplerinde bu ilimlerin taşıdığı kuşkular da, kendi cinsinden olan kuşkulardır. Söz gelişi, tatma duyusuna acı safra baskın gelen kimse balı acı hisseder, hâlbuki bal acı değildir. Burada tatma duyusuna temas eden şey sadece safranın acılığıdır.
Üçüncü ilim, sır ilimleridir. Sır ilmi, aklın gücünün üzerindeki ilimdir. Başka bir ifadeyle, Ruhu’l-Kuds’ün sırr’a üflediği ilimdir ve peygamber ve veliler o ilme tahsis edilmiştir.
Sır ilmi ikiye ayrılır: bir kısmı, bu sınıflamadaki birinci tür ilimler gibi, akılla algılanır. Fakat sır ilmini bilen, onu teorik düşünce yoluyla elde etmiş değildir, aksine o ilmin mertebesi kendisine onu vermiştir.
İkinci tür ise iki kısma ayrılır:  bir kısmı ikinci kısma katılır, fakat bunun hali daha kıymetlidir. İkinci tür, rivayet ilimleri türündendir. Bunlar özü gereği doğruluğa ve yanlışlığa konu olan ilimlerdir. Şu var ki rivayet ilimlerini bildiren kişinin bildirdiği şey hakkındaki masumluğu kesindir. Bu kısma örnek olarak peygamberlerin – Allah hepsine merhamet etsin- Allah’tan aktardığı haberleri, cennet ve içindeki şeyleri bildirmelerini verebiliriz.
Bu bağlamda peygamberin “bir cennet vardır” şeklinde bildirdiği haberler, rivayet ilmi; kıyamet için “orada suyu baldan tatlı bir havuz vardır” şeklinde ifadesi hal ilmindendir ve o bir zevktir. Hz. Peygamber’in “Allah var idi ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu” ve bu anlamda verdiği haberler ise teorik düşünceyle algılanabilen akıl ilimlerindendir.
Sırlar ilmi olan bu üçüncü sınıfın özelliği şudur:  bir insan onları bildiğinde, bütün ilimleri öğrenir ve kuşatır. Diğer ilimlerin sahipleri böyle bir imkâna sahip değildir. Dolayısıyla bu kuşatıcı ilimden daha değerli bir ilim yoktur. O, bütün bilinenleri içerir.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Şeyh'ül Ekber ve Kabala'nın kökenleri hakkında bir not


Aşağıda paylaşılan yazı;


Adresinden tamamına erişebileceğiniz, ALİ NAKİ GÜNDOĞDU tarafından hazırlanmış olan, “MUHYİDDİN İbn-i Arabî’de Mistik Bilginin Kategorileri” isimli makalenin bir paragrafıdır…

İbn Arabî'ye göre vahdet-i vücut, tevhidin, Allah'ı birleşme­nin doğal bir sonucudur. Ancak tevhidin bir tenzihi, bir de teşbihi yönü vardır. Asıl olan bu iki yön arasındaki dengenin korunmasıdır. Tenzih, bizi mutlak olan zat’ın soyut birliğine gö­türür (vahdet); teşbih ise halka, yani yaratılışın çokluğuna (kes­ret). Birincide Allah batın, ikincide ise zahirdir. Allah hem aş­kın, hem de içkindir ve görüngüleri zıtlıkların birliğidir. Evvel ve ahirdir. Âlemin zuhurundan evvel Allah, El gayb-ül Mutlak halinde idi. Yani mutlak bir belirlenmemişlik halinde. Ancak âlemdeki nesneler O'nda potansiyel olarak mevcuttu (ayan-ı sa­biteler). Böylece Arabî, Platonik idealar ve arketipler anlayışını sürdürür. Ancak bunları levh-i mahfuz'la benzeştirerek İslamîleştirir. Mevcudat aşamalar halinde kuvveden fiile, batından zahire dönüşür. Kâinattaki her varlık bir yönüyle zat’ı temsil eder. Dolayısıyla her varlık İlahî zat’ın bir tecellisidir, kendinde hakikatleri yoktur. Batın ile zahir, ya da gizli ile açık âlem arasındaki bağ (berzah) ise insan-ı kâmil'dir. İnsan-ı Kâmil Allah'ın aynası, ilmidir. Kalem, bu insanın ruhu, levh'ül mahfuz ise kalbidir. Zâhir ile batın, vücut ve imkân, hak ve halk'ın zıtları in­san-î kâmil tarafından birleştirilir. Zuhur ve vusul aşk iledir. Ancak yetkinleşmek için mistik sufiler gibi salt aşk ilkesi yeterli değildir. Akıl, vicdan, sevinç, sezgi ve şuhûd gibi ilkelerde de yetkinleşmek gereklidir. Arabî, Kamil insan anlayışını Hallac'tan almıştır. İnsan küçük âlem (mikrokozmos)dur ve âlemin hülasa­sıdır. Makrakozmos yanında ilahî isimler de insan'da tecelli et­mektedir ve insan bu nedenle Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Arabî de ruh'un bedenden soyut ve hatta beden'e zıt ve emr âlemine ait bir cevher oluşu anlayışını benimser. Böylece Platonik ruh anlayışı yine İslamîleştirilerek sürdürülmüş olur. Yaşanılan bir tecrübe olarak tasavvuf bir dizi disiplin ve temrinle kişinin nefsini terbiye ederek kalbini arındırması sonucu Allah’ın mutlak Zatı’nın dışında hiçbir varlığın kalmadığı bir fena makamına ulaşma yolculuğudur. Bu yolculuk belli bir disiplinle ve bir veli’nin gözetiminde sürdürülür. Ancak açıktır ki tasavvuf bir zevk işidir. Yani kişisel mizaca bağlıdır. Dolayısıyla kişinin Allah'a yönelik tutkulu ve kalbî yolculuğu, bir nefs terbiyesinin ötesinde bir muhabbet ve aşk temelini gerektirmektedir. Aşk ise bir öğretinin kazanımından ziyade kişinin kendi öznel varlığı, yeteneği ve tecrübesiyle ilgili bireysel bir estetik üsluptur. O ne­denle tasavvuf, son tahlilde bir zihinsel sistem; bir düşünce eko­lü olmaktan çok yaşamsal kazanımla ve pratikle ilgili bir eğilim­dir.

27 Nisan 2012 Cuma

İnsanın bazı yetileri


Aşağıda paylaşılan yazı; M. Mustafa Çakmakoğlu adlı akademisyenin, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye Göre Hayal Ve Düzeyleri” adlı makalesinin dipnotlarından birisidir.

Hayalin epistemolojik düzeyini daha iyi anlamak için insanın bu manevi yetileri hakkında kısaca bilgi vermek faydalı olacaktır.
Hiss-i Müşterek: Duyumlar vasıtasıyla elde edilen cüzi suretleri birleştirip, şekillendiren kuvvedir. Yağmur damlalarının gökyüzünde düz bir çizgi, hızla dönen bir meşalenin daire şeklinde görünmesinde olduğu gibi. Her iki durum da gözde değil, hiss-i müşterekte gerçekleşmiştir. Çünkü göz eşyayı olduğu gibi görür. Eğer durumlardan kaynaklanan cüzi suretleri bir bütün olarak idrak eden bu kuvve olmasaydı, dokunarak hissettiğimiz şeyin aynı zamanda renkli ya da renksiz oluşuna hükmedemezdik.
Vehm: Duyulardan, mevcut duyumların dışındaki cüzi anlamları idrak eder. Kurdun koyundan kaçtığını söylemek gibi. Duyumlardan ayrıdır, çünkü manalar duyumlarla idrak edilemez. Yine bu kuvve hiss-i müşterek ve hayalden ayrıdır. Çünkü bu her ikisi de ancak duyumlardan kendilerine gelen şeyleri şekillendirirler. İnsandaki en kuvvetli yetidir. Diğer, akıl, fikir, müdrike ve musavvira gibi yetilere galip gelebilir. İdraki çok hızlıdır, bütün mevcudata tasarrufu vardır. İnsan bu yetisinde hakim olursa bir çok tasarrufta bulunabilir, fakat bu yeti insana hakim olursa, onunla dilediği gibi oynar ve onu şaşırtır.
Hafıza: Vehmin idrak ettiği manaları muhafaza edip hatırlatan yetidir. Bu sebeple müzekkire-zakire diye de isimlendirilir. Hayalin, hiss-i müşterek’in hazinesi olduğu gibi hafıza da vehmin hazinesidir.
Musavvira; Kuvve-i Hayal: Hayal ile aynı anlamda kullanılır. Hiss-i müşterek’in idrak ettiği suretleri, duyumlar ortadan kalktıktan sonra saklayabilen yetidir. Musavviranın sakladığı suretler üzerinde her hangi bir tasarrufu ve fiili söz konusu değildir. Sadece bu suretleri saklar.
Mütehayyile: Musavviranın sakladığı hissi suretler üzerinde tasarruf ve fiilde bulunan yetidir. Onlar üzerinde, birleştirip, ayırmak suretiyle tasarrufta bulunur. Mütehayyilenin aynı zamanda, vehmin duyumlardan idrak edip, hafızanın sakladığı cüzi manalar üzerinde de tasarrufu vardır, bu manalara suretler verir. Farabi, İbn-i Sina ve Gazali mütehayyileyi, rüya, vahiy ve nübüvvet açısından oldukça önemli görürler…

2 Nisan 2012 Pazartesi

Animizm ve insanın biyolojik evrimi üzerine


Konuya dalmadan önce, “Evrim” kavramı hakkındaki düşüncelerimi belirtmekte fayda var. Cahil ya da değil, kitleler tarafından ağza sakız edilen “Darwin’in Evrim Teorisi”ne inanmadığımı fakat “Evrim”in gerçek, işleyen ve sürekli bir olgu olduğuna inandığımı söylemem yerinde olur. Kişisel olarak Darwin’e de pek saygım olduğu söylenemez.

İnsanoğlu geçmişin karanlıklarından bugünlere nasıl geldi sorusunun cevabını da tam olarak bilmiyorum. Fakat bu konuda inandığım şey, geçmişin bir noktasında, insanüstü (tanrısal ya da insandan daha gelişmiş bir yaratık ya da doğanın kendisi) bir eylemin sonucu olarak, zihinsel ve ruhsal bir sıçrama ile “medeni” olma yönünde dürtülenmiş varlıkların torunları olduğumuzdur.

Sonsuz tartışmalara sürüklenecek konuları bir kenara koyup, insanın biyolojik evrimine mercek tuttuğumuzda gerçekten de daha öncül biyolojik hallerimizin muadillerini hala doğada görebilmekteyiz. İnsanı diğer canlılardan ayıran sinir sisteminin gelişmişliği de asıl odaklanmak istediğim konudur.


Yukarıda paylaştığım bağlantılarda daha detaylı inceleyebileceğiniz konu, sinir sisteminin katmanları ile ilgilidir. Çekirdekte “reptilian” yani sürüngen beyni denen kısım vardır. Bu kısım, denge, vücut sıcaklığı, kalp ritmi, nefes ritmi gibi zihinsel kontrolün dışında sürekli işleyen ve hayatta kalmamızı sağlayan kısımları kontrol etmektedir. Zaten resimlerden de göreceğiniz üzere başı beynin içinde olan ve vücudu omurilik boyunda uzanan bir yılan gibi sırtımızın kaidesinde kıvrılmaktadır (tıp ilminin yılanla özdeşleşmesi, asanın etrafında dolanan iki yılan sembolü gibi konular apayrı derinliği olan konulardır). Ayrıca sinir sisteminin, ölüm tehlikesi karşısında normalde kendimizden beklenmeyen hızlarda düşünüp hareket edebilmemizi sağlayan ve hayatta kalmak adına mucizevî eylemleri yapmamızı sağlayan kısmı da bu sürüngen beyin denen otonom kısımdır. Sürüngenlerin ne kadar hızlı ve çevik olduğunu hatırlayınız.

Bu beynin üzerine “limbic” adı verilen hayvansal beyin evrilmiştir. Sinir sisteminin bu kısmı doğduğumuzda atalarımızdan gelen kalıtsal bilgilerle doludur fakat içinde bulunduğumuz aile, toplum ve bunların ortak paydası sosyo-kültürel yapı tarafından çocukluk çağından biçimlenir. Temel olarak duygusal bedenle özdeşleştirilen bu kısım bütün ruhsal problemlerin, hastalıkların kaynağını teşkil eder. Hayatımızın “karar mekanizması” –ki eğer kendimizi bazı ilimlerde eğitmemişsek- bu limbic ya da hayvansal beyne çakılı kalmış durumdadır. Ne yazık ki insanlığın neredeyse tamamı bu beynin yönetimi altında hayatını tamamlar. Deneyimlerin kaydedilip onlara karşı çıkarımların depolandığı yer de burasıdır. Eğer küçükken elinizi sobaya koymuş ve eliniz yanmışsa bunun içgüdüsel kaydı burada tutulmaktadır. İçgüdü dedim ya bunu unutmayın tekrar buraya döneceğim.

Ve en son “neokorteks” adı verilen ve bizi diğer hayvanlardan ayıran kabuk sinir sistemimiz vardır. Bu kısım hakkında lezzetli cümleler kuramıyorum çünkü hepsini kullanamadığım bir beyin hakkında atıp tutmak saçma geliyor. Fakat insanın “medeni” yolculuğunun en temel motoru da beynin bu kısmıdır. Zekânın konakladığı yer burasıdır.


Animizim; yukarıda da açıklandığı gibi insanoğlunun erken çağlarında, kişinin hayatının bazı hayvanlarla beraber süregeldiğine, bu hayvanlara atfedilen bazı özelliklere göre kişilerin hayvansal ruhlara sahip olduğuna inanan, sağaltma, kutsama, koruma gibi bazı Şamanist ritlerin ana sembollerinin oluşturan hayvanları kullanan ilkel (!) yaşam biçimi kamcılığın temel öğelerinden birisidir. Şimdi daha önce kulağınıza küpe ettiğiniz limbic beyin de bu konuyla direkt olarak alakalıdır.

Modern dünyada bir shrink (terapist ya da psikolog demektense bu daha iyi) hastasına “şöyle uzanın da çocukluğunuza, ilk başına, köklere dönelim” dediğinde aslında neokorteksten, limbic beyne oradan da sürüngen beyne inişi anlatmak istiyor bana göre ama sorsanız shrinklerin neredeyse hiçbiri bu bahsettiğimin farkında bile değildirler. Zaten o ilkel (!) zamanlarda kamlar hastalarını sağaltırken de bu yöntemi daha pratik ve fiziksel yöntemlerle (bazı ilaçlar, tütsüler, uyarıcılar, danslar, müzik vs) yapmaktaydılar.

Çağlar boyunca bu yöntemler, kimi geleneklerce yüceltildi, kimilerince lanetlenip yasaklandı ama günümüze kadar ezoterik ve geleneksel birçok akım vasıtasıyla az çok biçim değiştirerek geldiler. Hatta Aleister Crowley, demonların bilinçaltındaki düğümler (limbic beyinde deneyimler vasıtasıyla kaydedilen vakıalar) olduğunu söylerken keşke animizmden de bahsetseymiş demeden duramıyorum…

30 Mart 2012 Cuma

Akşemseddin'in hiyerarşi anlayışına dair


Aşağıdaki pasaj Ethem Cebecioğlu isimli akademisyenin Akşemseddin ile ilgili hazırladığı makalenin son bölümüdür...


Şunu belirtmekte yarar var: Meczuplar, her ne kadar tekliften azade gibi gözükse de Akşemseddin’in kurguladığı veliler hiyerarşisindeki iç işleyiş / iç yapılanmaya harfiyen uymak zorunluluğundadır. Yani meczup Levh’e bakar, orada yazılı olanı görür, ona göre âlemdeki gerekli işleri tasarruf güzüyle yerine getirir, şeklinde bir yapılanmadan bahsetmez Akşamseddin… Aksine zamanın kutbu, arş üzerindeki levhe bakar, gördüğünü, uygun bulduğu tasarruf sahibi meczuba aktarır. Yani meczup, emrin Hak’dan halka nüzulündeki emir-komut, amir-memur zincirindeki yerinde sabittir, orada oynama, yer değiştirme söz konusu değildir. Zirvede Allah vardır, emrini arş üzerindeki levhe nakşeder, kutub onu okur ve daha aşağı mertebede görevli memur pozisyonundaki meczuba amir vasfıyla, ne gibi işleri yerine getireceğini bildirir. O da Hakk’ın kendisine lütfettiği tasarruf gücüyle vazifesini tıpkı meleklerin “Allah’a emredilen konuda isyan etmezler, emrolundukları şeyleri yaparlar” tarzında yerine getirirler. Allah’ın yarattığı kullar çerçevesinde olmak üzere “müdebbir meleklere” verdiği gibi, emri melekleşmiş, kutsi, saf ve temiz ruhlara vermiştir. Esasen yöneten Allah’tır, müdebbirlik vasfına haiz melek veya insan da robotik, maşa konumunda alet varlıklardır. Tasavvuftaki kutub kavramına bakarak, Allah’a yedek ilahlar yamamaya çalışmak iddiasını disiplindeki spekülatif anlama zorluğu açısından yersiz bulduğumuzu ifade etmek isteriz. Hiçbir varlık ister nebi, ister veli, ister kutub, isterse melek ve diğer tüm mahlûkat, asla Allah olamazlar. Ve tasavvufta da bu türden bir iddia asla görülmemiştir. Problem, tasavvuf ehli olmayanların, alanın terminolojisini bilmemelerinden yarım anlayışlı zihinsel bulanıklıklarındandır. Bu bulanıklık, tasavvufa dair spekülatif bilgi üretiminden / yorumundan mahrumiyete sebep olur. Ve sonuç yanlışla biter.

22 Mart 2012 Perşembe

Birlik kavramı, gücü, niteliği


Burada paylaşacağım yazı René Guénon'un "Manevi İlimlere Giriş" adlı eserinin, "Manevi Etkiler ve "Egregore"lar" isimli altıncı bölümüdür. Yazıda geçen birçok kavram yazının içinde açıklanıyor olsa da hotlinkler yardımı ile daha açık olmaya çalıştım ve bazı yerlerde yorumlarım da mevcuttur (italik olanlar)

Kısa bir süre önce okumuş olduğumuz, bizim “İnisiyasyona Toplu Bakışlarımız”a ilişkin bir notta, bizim o yapıtta söylemiş olduklarımızı bir tür özetliyor zannını verebilecek biçimde ifade edilmiş olan şu tümceyi görünce biraz şaşırdık: “İnisiyasyon, kuşkusuz, tilmizi (adepte) ne meditasyon (zikir) yapmaktan ne de tefekkürden muaf tutar, ancak (şu var ki) onu özel bir plana sokar; onu inisiyatik bir örgütlemenin (kendisi de bir (tek) ve çok biçimli bir evrensel örgütün yüce egregore’undan gelen) egregore’u ile temasa geçirir”. Tilmiz sözcüğünün, bu sözcüğün gerçek anlamını açıklayarak özellikle geçersizliğini belirttikten sonra şaşırtıcı gelen, yanlış kullanımının üzerinde durmayacağız. Tam anlamıyla inisiyasyon ile büyük ya da küçük tilmizlik arasındaki yol uzundur… (mesela masonlukta küçük adept le büyük adept makamları arasındaki zorlu yol gibi) Fakat en önemlisi şudur: söz konusu notta, ayrıca, manevi etkilerin rolüne en ufak bir biçimde imada bulunulmadığından, konuları olabildiğince açık olarak ortaya koymaya gösterdiğimiz tüm özene rağmen (tam olarak anlaşılabilmek çoğu kez epey güç olduğundan) burada, başkaları için de söz konusu olabilecek, yeterince ciddi bir önemsememe var gibidir. Dolayısıyla, bir belirleme yapmanın yararsız olmayacağını düşünüyoruz: zaten bu yapacağımız belirlemeler, son makalelerimizde inisiyatik bağlanma konusunda bize yöneltilmiş olan çeşitli sorulara yanıt olarak sunduklarımızın doğal bir devamını oluştururlar. (bağlanma derken adanmışlık anlaşılmalıdır)

En önce, “egregore” sözcüğünü tam anlamıyla kolektif zatiyat denileni ifade etmek için hiçbir zaman kullanmamış olduğumuzu vurgulamak zorundayız. Zira bu deyimin hiçbir tradisyonel (geleneksel) yanı yoktur ve sadece, modern okültist dilinin fantezilerinden biridir. Onu ilk kez bu bağlamda kullanmış olan Eliphas Levi’dir ve şayet yanlış hatırlamıyorsak, bu bağlamda kullanımını haklı göstermek için onu (ona gerçek olmayan Latince bir etimoloji vererek) “sürü” sözcüğünden türeten de yine Eliphas Levi’dir, oysa bu sözcük kesinlikle yunancadır ve aslında “gece bekçisi, (ya da nöbetçisi)” anlamına gelir. Ayrıca, bu terimin yeterince muammalı bir karaktere sahip olan, ancak, her halükarda, “ara (mutavassıt) alem”e ait görünen zatiyatları ifade etmeye yönelik olarak Livre D’Henoch’da da bulunduğu biliniyor; aynı ad ile ifade edilebilecekleri zannedilen kolektif zatiyatlarla ortak sayılabilecek yönleri bundan (yani, bu “ara aleme” ait olmalarından) ibarettir. Kolektif zatiyatlar, gerçekte, psişik tertiptendirler (psişik tertip derken astral alemden bahsediyor) ve zaten işaret etmiş olduğumuz üzere, bunun ayrımına varılamamasının ciddiliğini de özellikle bu husus oluşturuyor, zira bu açıdan, alıntılamış olduğumuz cümle bize, sonuçta, manevi ile psişikin birbirine karıştırılmamasının yeni bir örneğiymiş gibi görünüyor.

Aslında, bu kolektif zatiyatlardan söz ettik ve inisiyatik alandan ayrımlamak için, sözcüğün en geniş anlamıyla, egzoterik (zahiri) denilebilecek olan alana ait dinsel ya da tradisyonel örgenleşmelere ilişkin olarak aşağıdaki satırları yazdığımızda, bunların rollerini yeterince belirttiğimizi düşünüyorduk. “Her topluluğun, önceki ve hâlihazırdaki üyelerinin katkılarıyla herhangi bir biçimde oluşmuş olan ve dolayısıyla, topluluk ne denli çok üyeye sahipse ve ne denli büyükse, o denli kayda değer ve yoğun etkiler oluşturabilen, latif bir güce sahip olduğu düşünülebilir.” Ayrıca, bu “niteliksel” değerlendirmede söz konusu alanın (onun ötesinde hiçbir biçimde işin içine giremeyecek olduğu) bireysel alan olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Kaldı ki bu bağlamda, kolektifin (tümüyle başka bir tertipte olan manevi etkilerin tersine) tüm oluşumunda bedensel olduğu kadar psişik olarak da bireyselin basit bir uzantısından (ya da yayılımından) başka bir şey olmadığını ve sonuç olarak bireysele kıyasla daha müteal olan hiçbir yönünün olmadığını hatırlatacağız. Alışılmış geometri terimleriyle, dikey yön ile yatay yönü birbirine karıştırmamak gerekir diyeceğiz (diyor ki dünyevi (yatay) olan ile ulvi (dikey) olanı ayırt edebilelim) Bu bizi sırası gelmişken yine bize sorulmuş olan ve burada düşündüğümüzle ilişkisiz olmayan başka bir soruyu yanıtlamaya yöneltiyor. “Herhangi bir kolektif psişik ya da sadece psişik zatiyat ile bir özdeşleştirmenin sonucu olanı birey-üstü bir hal olarak kabul etmek bir yanılgı olurdu. Böyle bir kolektif zatiyata herhangi bir derecede katılmak, kesinlikle bireyselliğin bir tür “genişlemesinden” başka bir şey değildir (tanrı ile bir olmak mevzusu). Yine, bir topluluğun üyeleri o topluluktaki latif gücü sadece bireysel tertipte bazı avantajlar elde etmek için (ilgili toplulukça bu amaçla oluşturulmuş olan yasalara uyarak) kullanabilirler ve bu avantajları elde etmek için (özellikle dinsel topluluklar durumunda görüldüğü gibi) ayrıca bir manevi etkinin işin içine karışması söz konusu olsa bile, böyle bir durumda, bireysellik-üstü olan kendi özgün alanının dışında etkinlik göstermekte olduğu için bu manevi etki, daha önce belirttiğimiz üzere, bireysel alana “inmiş” ve destek aldığı kolektif güç vasıtasıyla orada etkinlik göstermekte olarak kabul edilmelidir. Bu nedenledir ki bilinçli olsunlar ya da olmasın, dualar kolektif zatiyata en doğrudan biçimde yönelirler ve yalnızca bu zatiyatın vasıtasıyladır ki dualar, aynı zamanda (duaların arasında etkin olacak olan) manevi etkiye yönelir; duaların etkin olması için getirilmiş olan dinsel koşullar da zaten başka türlü açıklanamaz.

İnisiyatik organizasyonların ve yalnızca bunların temel amaçlarının bireysel alanın ötesine ulaşması ve hatta bireyselliğin gelişimiyle en doğrudan bağlantılı olanın (bile) aslında yalnızca bu bireyselliğin sınırlarının aşılmasına yönelik bir hazırlık evresi niteliğinde olması nedeniyle, inisiyatik organizasyonlarda durum tümüyle farklıdır. Bu organizasyonların tüm diğerleri gibi bazı açılardan, örneğin, dış dünyada karşı bir “savunma” oluşturmada ve üyelerini dış dünyadan gelebilecek bazı tehlikelerden korumada, (zira açıktır ki böyle şeyler manevi vasıtalarla değil de ancak bu dış dünyanın sahip olduklarıyla aynı düzeyden olan vasıtalarla yapılabilir. Ancak, bu çok ikincil ve inisiyasyonun kendisi ile hiçbir ilişkisi olmayan tümüyle alelade bir konudur) etkin bir rol oynayabilen bir psişik öğeyi de içerdikleri ortadadır. İnisiyasyon herhangi bir fizik gücün etkisinden tümüyle bağımsızdır, zira aslında ve özellikle, hemen ya da sonradan, artık bir psişik öğe vasıtasıyla etkin olmak söz konusu olmadığından önceki gibi aşağı bir düzeyden değil de yine manevi düzeyde olan sonuçlara yol açması gereken bir manevi etkinin doğrudan iletilmesine dayanır. Yine, bir inisiyatik organizasyona basit bir topluluk gözüyle bakmamak gerekir, zira onun tüm varlık nedenini oluşturan işlevi yerine getirmesini sağlayan hiç de bu yönü değildir. Topluluk, sonuçta sadece bireylerin bir araya gelmesi olgusundan başka bir şey olmayacağından (ve yüksek olan aşağı olandan hiçbir biçimde kaynaklanamayacağından) kendi başına, birey-ötesi olan hiçbir şey üretemez. Bir inisiyatik organizasyona bağlılığın bu tür etkilerinin olabilmesi ancak o organizasyonun, topluluğa kıyasla, birey-ötesi ve müteal olan bir şeye, yani emin bir biçimde ve sürekli olarak muhafaza ederek intikal ettirdiği bir manevi etkiye sahip olması ile mümkündür. Dolayısıyla, inisiyatik bağlılık bir “egregore”a ya da kolektif bir psişik zatiyata bağlanma olarak kavranmamalıdır, zira her halükarda, burada bağlanmanın tümüyle kazai ve inisiyatik organizasyonları egzoterik (zahiri nitelikteki) organizasyonlardan tümüyle farksız kılan bir veçhesi söz konusudur. Yine belirtelim ki gerçekten “zincir” oluşturan olgu, manevi etkinin art arda gelen kuşaklar vasıtasıyla kesintisiz olarak sürekli nakledilmesidir. Aynı şekilde, çeşitli inisiyatik tarzlar arasındaki bağ (her ne kadar, bu düşüncelerin çıkış noktasını oluşturan cümle böyle bir zannın oluşmasına yol açabilecekse de) basit bir “egregore”lar zincirlemesi değildir. Bu bağ, gerçekte tüm bu tarzlardaki (etkinlik gösterdiği az ya da çok özel tarzlar açısından değilse bile, özü ve amaçları açısından) bir manevi etkinin varlığından kaynaklanır. Ve yalnızca bu şekildedir ki yüce manevi merkez ile giderek çeşitli derecelerde bir, fiili ya da bilkuvve iletişim oluşabilir.

Bu değerlendirmelere yine aynı bağlamda önem taşıyan bir diğer vurgulamayı ekleyeceğiz. Bir inisiyatik organizasyon az ya da çok ciddi bir dejenereleşme durumuna girdiğinde, her ne kadar manevi etki orada hep bulunsa da kaçınılmaz olarak etkinliği azalır ve böyle bir durumda psişik etkiler daha açık biçimde ve kimi kez de neredeyse bağımsız bir biçimde belirirler. Bu bağlamdaki en aşırı durum, bir inisiyatik tarzın bu (inisiyatiklik) niteliğini yitirmesi ve (dolayısıyla) manevi etkinin tümüyle çekilmesi sonucunda ortada yalnızca “kalıntı” halindeki zararlı ve hatta özelikle tehlikeli psişik etkilerin kalması durumudur. Kuşkusuz, inisiyasyon sadece bilkuvve olarak dahi var oldukça durum bu kerteye varmaz. Ancak, inisiyatik bir tarzdaki psişik etkilerin az ya da çok baskınlık elde etmelerinin de olumsuz bir durum oluşturacağı da bir gerçektir ve yine bu da inisiyasyonu bu türden etkilerle bağlantılandırmak isteyenlerin nedenli hakikatten uzak olduklarını gösterir.

19 Mart 2012 Pazartesi

Ufak bir kafa ayarı


Gözlem yapan, sorgulayan, karşılaştıran ve belirli neticelere erişen zekâ ve sezgi kombinasyonuma göre kültürün, geleneğin, bilimin ve medeniyetin kaynağının büyük kısmı Hindistan’dadır. Aslında eşdeğer olarak Tibet’te ve Çin’dedir fakat bu iki bölgenin diğer dünya topraklarına ve oralarda yaşayan insan topluluklarına erişimi pek de mümkün olmamıştır. Daha izole olmalarından dolayı geleneksel olarak daha saf ve iyi işlenmiş kültürler yaratmışlardır. Şimdi bazı teoriler, efsaneler ve hikâyeler diyor ki bu merkezlerden öncesi de varmış. Misal Atlantis, Mu, Lemurya ya da Hyperborea. Ben bunları bir kenara koymayan birisi olsam da çok fazla üzerlerinde durmam çünkü zekâ ve sezgi kombinasyonum bu mecralarda yeterli sonuçlar vermiyor.

Çerçeveyi biraz daraltıp Hindistana bakmadan önce bundan sonra Hindistan yerine Bharata ismini kullanacağımı belirtmek isterim. Çünkü adamlar kendilerine bu ismi vermişler. Aslında Hindu dini dediğimiz şey de esasında Dharma inancıdır. İngiliz dangalaklığının sonucu India ve Hindu gibi isimlerle beynimiz yıkanmıştır. Bharata kültürü oldukça verimli nehirlerin arasındaki bereketli topraklar üzerinde gelişmiştir. Bilimsel olarak insanların beden yapılarına, ciltlerinin rengine, kafatası yapılarına, genlerinin bileşkelerine bakarsanız oldukça karmaşık bir yapı ile karşılaşırsınız. Benzeri bir yapı ise Antik Mısırda karşımıza çıkar.  İngilizlerin böl ve yönet politikalarının bir eseri de Bharata’da beyaz ırk Aryanlar ve kara ırk Dravidler ayrımında karşımıza çıkmaktadır. Konuyu derinlemesine inceleme gereği durmayan ve politik ve ekonomik çıkarlar doğrultusunda hareket eden Breton tandanslı bilim, bu tarz çalışmalar neticesinde “Hint-Avrupa Dil Ailesi” diye bir saçmalığı da dünyaya yedirmiştir.

Neyse efendim sonuçta Bharata’da birçok kavim var ve bunlar “artık” birbirinden ayrılamaz duruma gelmişlerdir. Lakin ki antik Bharata’da hüküm sürmüş kast sisteminde de kastlar renklerine göre ayrılırlar. Brahmanlar beyazla, Kşatriyalar kırmızı ile, Vaişyalar sarı ile ve son olarak Sudralar siyah ile temsil edilirler. Kast dışı olanlar mavi ile damgalanır. Bu söylediklerimden bazılarınız ırksal faşizm çıkarabilir fakat ben sayıları çok az olan ve ne demek istediğimi anlayanlara hitap ediyorum.

Bharata toprakları batıdan çok defa istilaya uğramışlardır. Orta asyadan, pers topraklarından, arap yarımadasından ve son olarak ta makedonyadan gelen İskender…

Dharma inancında biçimlenen tanrılar Asuralar olarak isimlendirilirler. Şeytanlarına ise Devalar denir. Hâlbuki antik pers’te ise Devalar tanrılardır. Tarihi bilinmeyen çağlarda Bharata halkları ile Pers halkları savaştıkça onların tanrıları da efsanelerinde savaşmışlardır. Günümüzde Batı ve Doğu arasındaki sürtüşmenin temeli buraya dayanır. Ayrıca Bharata’dan batıya gittikçe Sanskritçenin biçimlenerek değiştiğini görürsünüz ve en son Arapça halini alır. Kenan ülkesi civarında da kuzeyden gelen rünlerle karşılaşırlar ki bu bambaşka bir konu aslında. Aynı hareket dini yapılanma için de geçerlidir, Zerdüştlük, kendi geçmişini kısmen içinde eritmiş olsa da Dharma inancının basitleştirilmiş halidir. Hakeza yoga gibi namaskar gibi fiziksel uygulamalarda hem Zerdüştlükte hem de İslamda yer edinmişlerdir.

Neyse efendim kültür, gelenek doğudan batıya göçünü sürdürürken, Batı ile Doğu arasındaki sınır da bir o yana bir bu yana ilerlemiştir. Akameniş imparatorluğu sırasında bu sınır Helen uygarlığının kapılarına kadar dayanmıştır. Sonra İskender bu sınırı alıp Pamir yaylalarına kadar götürmüştür. Selevkosların bir bakışa göre durgun ve çürük başka bir bakışa göre de mükemmel medeniyetlerinden sonra bu Batı-Doğu sınırı gene batıya doğru ilerlemiştir. Aslında Roma İmparatorluğunun yükselişinin ışığı bu sınırı Pers sınırına kadar götürmüş olsa da Bizans, İslamın basıncına çok fazla dayanamamış ve neticesinde Osmanlı sayesinde bu sınır en batıdaki haline erişmiştir.

Bu med-cezir halinin gidip geldiği alandaki halklara ve kültürlere neler yaptığı ise sürüklenmeler arasında çoğunlukla yok olmuştur. Şimdi elimizdekilere bakarak, o uzak geçmişteki olup bitmişlere ancak bazı varsayımlarla yaklaşabiliriz.

            

9 Mart 2012 Cuma

Savaşmaksızın Başkalarının Ordularını Alt Etmek, Hünerlerin En İyisidir

Kadim bir öyküye göre eski Çin'de bir efendi, sağaltıcılar ailesinden bir hekime, bu sanatta kardeşlerinden hangisinin daha hünerli olduğunu sormuş.
Adı Çin'de tıp bilimiyle özdeşleşecek kadar ünlenmiş bu hekim, şöyle yanıtlamış: "En büyük ağabeyim hastalığın ruhunu daha şekillenmeden görüp uzaklaştırır, bu nedenle namı evin dışına çıkmamıştır.
Ortanca ağabeyim hastalıkları daha çok başlangıcında sağaltır; bu nedenle namı mahalle dışına çıkmamıştır.
Bana gelince, ben damarlar deler, ilaçlar yazar, tene masajlar yaparım; bu nedenle namım zaman zaman dışarı çıkıp efendilerin kulağına dek ulaşır."

http://www.hermetics.org/Taocu.html

20 Şubat 2012 Pazartesi

Karma ve Reenkarnasyon


Makalenin orijinali için:


            İtalik kısımlar benim yorumlarımdır.

            Öncelikle belirtmem gerekir ki bu öncelikle takipçisi olduğum ve ağa babaları Julius Evola ve Rene Guenon olan akım ile Teosofi akımının karma ve reenkarnasyona bakışları arasındaki fark ile ilgili bir yazıdır. Yazıda teosofik öğretinin bozulmuşluğu yanı sıra kavramları çarpıtmasına da sık sık değinilmiştir.

Teosofi öğretisinin merkezinde, modern insanın ilgisini, kaynağı olan Doğu’nun tümü ve özellikle Hindistan’a atfedilmiş, unutulmuş bilgeliğin gerçeklerine geri getirmek maksadı bulunmaktadır. Teosofi, gerçek değerin hangi öğretilerinin dikkatini çekebilir? Ve hangi yanlış anlaşılmalar ve bozulmalar bu öğretilerin üzerine, teosofik varsayımlar ve adileştirmeler vasıtasıyla birleştirilmiştir?

           Teosofi, “benim bakış açıma göre” kayıp doğu bilgeliğini Madam Blavatsky’nin ve ardıllarının yardımı ile batı medeniyetine taşınması üzerine kurulmuş lakin daha sonraları ardıllarındaki çürüklük nedeniyle dünyevi arzulara yönelik çarpıtmalara maruz kalmış bir adımdır. Nihayetinde her insan topluluğunda çürükler kadar parlak ve değerli ruhlar da vardır. Bunlardan birisi de Rudolph Steiner’dır.

Burada, teosofik düşüncenin merkezinde bulunan iki kavramın yani karma ve reenkarnasyonun (ete kemiğe bürünmek) incelenmesinde kendimizi sınırlandıracağız.

Hindu geleneğinde, karma “eylem” anlamına gelir. Bu geleneğin asli fikirlerinden birisi de şudur: “eylemden (karma), bu dünya yaratılmıştır, böylece sürdürülebilir hale gelmiştir, böylece çözünemeyecektir”. Bilhassa: “Yaradılış (varoluş, varlık, insan), eylemlere (karma) uygunluğun içinde meydana gelir. Yaradılışlar (varoluşlar, varlıklar, insanlar), eylemin mirasçılarıdırlar”. 

Bu ifadeler kendi içlerinde belirgindirler. Onlar, nedenselliğin genel ve basit yasasından üstü kapalı bir biçimde bahsederler. Burada dikkate alınması gereken tek şey, “eylem” –karma- teriminin, sadece tam anlamıyla maddesel algıdaki eylem için geçerli olması değil, daha muazzam bir şeklini de benimsemesidir. Her düşünce, her arzu, her alışkanlık eşit ölçüde karmadır. Ayrıca karma, ortalama insana anlaşılması zor gelen etkilenimin (tesir) buyruklarına doğru genişler; çok farklı seviyelerden meydana gelen dolaylı sebeplerin etkilerini birbirine bağlar; görünür olanın, varoluşun basit bir formunun sınırlarının ötesine gider ve fiziksel nedenselliğin kanunları boyunca olagelenlere benzemez; sadece zaman boyutunun içinde ortaya çıkmaz. Tüm bunlara rağmen, ön planda olan, doğa kanunlarında kolaylıkla görülebilen, gerekli silsilenin içindeki gayri şahsi ilişkilerin karakteridir.  Böylece, mevzubahis insan olduğunda, karma yasası “yap” ya da “yapma” demez fakat bir kez belirlenmiş bir neden yaratıldığında sonucun olgularını basitçe bildirir. Karma bildirir, karar vermez. Örneğin eğer kişi ateşi yakıp yakmamak konusunda özgür ise, bu durumda yakılmış ateşin yakıcı olmayacağını varsayamaz. Karma açısından bu kavram, insanların hayatları ve tanrılar ve görünmeyen kuvvetler arasındaki cismani dünyada ya da psişik, ahlaki, entelektüel ve ruhsal dünyada olduğu gibi görülür dünyada mevcut olan her şeye doğru genişlemelidir. Kısaca öğretiye göre, her şey kendisinden biçimlenir, kendisini dönüştürür ya da yolunda devam ettirir, neden ve sonucun saf ilişkisindeki gibi yukarıdaki aşağıdaki gibidir.

Bundan dolayı iradeyi, onun, başlangıcın da ötesinde ilksel neden olduğunu farz etmekten ziyade, kabul etmeyen evrensel determinizm (belirlenimcilik,gerekircilik) nizamındaki kişi, zaten eylemde olan ile mutabık ya da aleyhtar, yeni nedenleri, yeni eğilim serilerini, eylemleri ve tepkimeleri üretmede esas itibarıyla kabiliyetlidir. Karmanın kabul etmedikleri, “şans” ve “kader” fikirleri ile ilahi müdahaleler prensibi ya da ahlaki karakterin onaylamalarının antropomorfik (insan benzeri) algısındaki “ilahi takdir”’dir.1

Bu yüzden bu kavram Doğu öğretisi için hariç tutulan bir kavram değildir. Klasik geleneklerde,  aynı “ilahi takdir” kavramının, teistik olarak tasarlanmış bir tanrı ilgisine ilişkin olan “ahlaki” karakteri yoktu fakat bu, bir doktorun nesnel bilimi vasıtasıyla verdiği uyarılar, “yap” ya da “yapma”’lardan ibaret olan koşullu ve gayri şahsi kanunlar derlemesi olarak eksiksiz biçimde düşünüldü. Bu Eflatun örneği için: (Enneadlar, III, iii, 5)

Eylem ve irade, bu sebeple dünyanın bu imgelemini tüketir. Her varoluş kendi kendisini yapandır. Karma sadece yaratılmış nedenlerden sonuçları çeker ve kendi hayatının akışındaki “Ben”, bilerek ya da bilmeyerek kendi kendine kazarak açtığı kanalı takip eder. Böylelikle batı geleneği algısında kabahat ver marifet, günah ve erdem gibi kavramlar yer almaz. Burada sadece, belirli maddesel, fiziksel ya da ruhsal şartlara ister istemez neden olan maddesel, fiziksel ya da ruhsal “eylemler” vardır. Önsel olarak (a priori), tüm hayatlar yukarıdaki ve aşağıdaki gibi açıktırlar. Bu hayatın doğasından gayri şahsi olarak devam edecekler haricinde, bunlardan birisi ile kendi kaderini tayin eden için korkacak ya da umut edecek bir şey yoktur. En kesin algı içerisinde, her şey ve her varoluş kendi kendilerine bırakılmıştır.

Bu öğretiler bakışın saflaştırılması sonucunu doğurur. Bu bizi her şeyi sağduyu ile dikkate almak ve şeylerin özgür dünyasındaki kuvvetin içinde olana benzeşen gerçekliğin yasaları konusunda alıştırır. Bizi korkunun ve umudun fantezilerinden özgür kılar. Basit, güçlü, kendi kendine yeten bir şey gibi kendine doğru döner. Ve bu, her daha yüksek idrak anının temel dayanağıdır.

Geleneğe göre böyle bir karma algısı yasalara uygun biçimde kendi kavramına aittir.  Fakat bu durum Teosofi göz önüne alındığında ne biçimde karşımıza çıkar?

İlk olarak karma, tipik bir biçimde irade fikrinden evrimsel determinizmin (belirlenimcilik, gerekircilik) modern bir şekline doğru hareket eder. Özgür yolların kutupsallığı yerine – bireyin bakış açısından gelen basit gerçektir, daha ötedeki her kavram ise metafiziksel alana aittir2-  mecburi “süreç”’in er ya da geç sadece bir sonrakinin alternatifi olacağı eşsiz istikametinin yerine koyar.

Etkili bir şekilde, geleneksel öğretiler, uzak doğu kavramı olan “Cennet Yolu” (Tao), Hindu kavramı olan “rta” ve Helenistik “kozmos” kavramına tekabül eden, daha yüksek bir düzen fikrini bilirler. Fakat bu, kusursuz olarak sadece metafizik küresinde geçerli bir fikirdir ve bu sebeple insani bir kavram olan “tasarım” ile karıştırılmamalıdır. Şayet, bu daha yüksek düzen ile iradenin ve nedenselliğin (karma) alanı arasındaki ilişkiye dair kinaye, evrenin, tüm çarklarının kendi hesaplamaları ile döndüğü ve her zaman doğru zamanı gösteren saat ile karşılaştırıldığı de Maistre’nin görselleri vasıtasıyla ya da bir Çin özdeyişinde “bu düzen tüm düzensizliklerin toplamıdır” dediği gibi verilmiştir. Bununla beraber, burada dokunulabilir hiçbir müdahale yoktur.  

Aslında, Teosofik bakışa göre, “tanrılar” ve “üstadlar”, “evrim”de daha öteye gitmiş varlıklar olmalıdırlar; hayvanlar, “bizim genç kardeşlerimiz”, daha az “gelişmiş”lerdir. Fakat bu sadece bir zaman meselesi olacaktır: diğerleri için daha öteye giderek “kendini kurban eden” herkes kapıya erişecektir ve karma çeşitleri, sadece “evrensel gelişim”e alet olacak biçimde hizmet edecektir. Gayet açıktır ki tüm bunlar sadece, karmanın otantik kavramına teosofinin konudan uzaklaştırıcı ve çarpıtılmış eklenişi olarak göz önüne alınabilir. Bu nedenle eğer bu kavram sıklıkla aşkın gerçeklik âleminden daha fazla ya da daha az Philistine ahlakçılığına doğru geçiyorsa, “evrimin kanunları”na karşı kendini uygun hissetmeyen birinin başının üzerinde asılı duran bir çeşit Demokles’in Kılıcı biçimine dönüşmesi sürpriz olmamalıdır ve bununla ilgili olan özgecil, insancıl, eşitlikçi, vejetaryen, feminist, vb. gibi bağıntılar hareketin kendisi tarafından itiraf edilir. Bununla, pratik değerine rağmen, zaten daha önce belirttiğimiz öğretinin özgürleştirici potansiyeli tamamen yitirilmiş olmalıdır.

Teosofide karma ile reenkarnasyon arasında özel bir ilişki vardır. Teosofi,  başka bir “antik bilgeliğin öğretilmesi” maksadıyla Batı’nın dikkatini bu konuya çekmek adına kendi kendine övünür. Gerçekte, bu varoluşun, her şeyin başlangıcı ve sonu olduğuna, anlaşılması güç bir dini fikir olan ahret kavramından ayrı olarak, bundan önce ve sonra başka hiçbir şeyin gelmediğine inanan modern insanın ufuklarının sınırlanması dikkate alındığında, canlılığını koruyan “uykudaki algıların ayaklandırılması için dikkate alınan sınırlandırmalar” fikrinin artık daha fazla yürürlükte olmadığı noktada, birçok hayatın ve ölümün tecrübesine sahip olanların ve bu bedenini ötesinde bir dünyadan ötekine hala yükselebilenlerin olması kesinlikle bir artı değerdir. Teosofide kötü olan şey, bütünün, dünyevi ve daha az ya da daha çok azaltılmış bedenen var olmaların sıklıkları tarafından ayrıştırılmış aynı tiplerin, varlıklarının monoton serilerine düşürülmüş olmasıdır. Böylelikle, sınırlandırma, kendisinden biraz ayrıldığında değerli hale gelir. Teosofi inanır ki o kendisini sadece antik bir öğreti üzerinden destekleyebilir fakat gerçekte o, sadece harici ve popüler biçimler üzerine temellendirilir ve teosofistlerin, tanzim etmiş olmaları gereken şeyler hakkında şeyleri düzenleme algıları yoktur.

Reenkarnasyon problemini çözmek için kişi, onun “ruhani” çözümü kadar ve doğruyu söylemek gerekirse, bizim için kesin görünen, her insan ruhunun kişisel olarak varlığını sürdürmesi gibi; Teosofinin biraz da olsa ilgilenmediği varlığını sürdürme konusunu aydınlatmaya başlamalıdır. Teosofistlerin ileri sürdükleri reenkarnasyona en yakın fikir, bunun belki Vedanta’da bulunduğu fikridir. Fakat Vedanta bunun bir temeline sahiptir: bu Öz’ün (kendilik) teorisidir, ölümsüz ve sonsuz olan Atman’dır, Brahman’a özdeş olandır, her şeyin metafiziksel prensibidir. Bu teori, günümüz insanında artık bulunamayan fakat eskiden insanlığın Budist döneminde varolan, insanın ruhani haline atıfta bulunur. Esasında Budizm’de, ruhun zorunluluğunu ve sürekliliğini kabul etmeyen anatma öğretisini buluruz. Burada, Vedanta ile Budizm karşılaştırması için, birbirinin karşıtı olan iki filozofik görüşün sorusu değil, sadece iki farklı tarihi, ruhani konuma atıfta bulunulduğu için farkı olan iki teori bulunmaktadır. Budizm’in reddettiği ruh (Atman), Vedanta’nın doğruladığı bir şey değildir. Vedanta’nın ruhu, Budizm’in her insan için takdim edilmiş gerçeği olarak değil, bilakis çilecilik kanalıyla fevkalade biçimde erişilebilme yolunu bir araç olarak göz önüne aldığı şeyden başkası değildir. Burada “Batı Geleneği”den de olsa kişi birçok geleneksel öğretinin ezoterik (içrek) algısı ile mitler arasında bir ilişki kurabilir. Bu doğrusunu anlamak hakkındadır, belirli bir anda şartlandırılmış psişik bir halde kişiliğin tanımlanması ve özünde bedenden ayrışmasıdır: buradan, modern bir insanın ilişki kurabilceği “Öz Ben”in doğumu, Budizm için gerçekdışı ve fani olan “Öz Ben”, metafizik gerçeklik temelinde akla uygun ve kuvvetli olduğunu ortaya koymaktadır.3

Batı’nın tümünde (Yunan) ve orta doğuda yükselen felsefi ve naturalist düşüncelerle aynı döneme denk gelen, Anatma öğretisini savunan, Budizmin doğduğu döneme (M.Ö. 600 dolayları) dikkati çekmek ilginç olacaktır: bunlar aynı Vedanta ‘da olduğu gibi, öğretinin varoluşsal temelinde kurulmuş olan bilincin öncül ve üstün biçimlerinin yerini alan mantıksal bilincin tezahürünün beyne bağlı olmasıdır. Büyük geleneksel öğretilerin sadece insan icadı olmadıklarını ve aralarındaki farkların keyfi değil, şeylerin esasen farklı tarihi ve ruhsal hallerinin öğretisinin uyarlanmasına bağlı olduğunu hesaba katmak önemlidir.

                Şimdi bu anlamda, reenkarnasyon “Öz Ben”in, evrensel bir prensip olarak daha çok ya da daha az geçerli olması hali içinde olabilir, bu nedenle, bu anlamda yakın zamanlardaki benzer öğretiyle uyuşmayan her şahsi bireyselleşmeye karşı üstünlük de (Vedanta’ya göre, atman=brahman) eğer sıradan insanın “Öz Ben”ine dönülür ve kendi üzerine kapatılırsa aynı duruma sahip olabilir: ikinci durumda bağlantılar ayrılmıştır, burada artık değişmeyen ipek iplik gibi zikzaklar çizen ve tekil varoluşu temsil eden sonsuz inciler serisini birleştiren hiçbir şey yoktur. Bedenin ve beynin desteklenmesi için tek sesli olarak kendi kendine katılma algısı ile sonuç, doğuştaki ilk nefesle gelen bireyselleştirilmiş bilincin sürekliliğinin (tüm eski deneyimlerin hatıralarının tüketen)4 nihai dönüşümü olacaktır. Bu varoluşun karşısında, “şahsiyet” olarak ruh da esaslı bir risk ile karşı karşıyadır. Ve bu artık Vedantik algıdaki reenkarnasyonun sorusu değildir: onun yerine, belirli bir ölçüde, kararı bu dünyada verilen “kurtuluş” ya da “cehennem azabı” seçiminin sorusudur. Nesne üzerinde öğretilen buna benzer algılar ve elle tutulur tarihi var olma sebebi, belki de Katoliklik ya da İslam gibi yakın zamandaki geleneklerden alınmışlardır.5

4 Bu nedenle kişi, biçimlendiği dönemle alakalı olarak Katolik’liğin, ruhun bedenden önceki varoluşunu neden “kâfirce” olduğunu ilan etmek zorunda kaldığını anlamalıdır. Gerçekte sadece insan ruhu olarak ruh (ve günümüzde kişi farklı ruhlar hakkında açıkça konuşamaz) bedenin doğumu ile beraber doğmaktadır.

5 Alternatifin kötüleştirilmesi: Katolikliğe nazaran Protestanlıkta da gözlenebilen kurtuluş ve cehennem azabı, hümanizm olarak anılanla aynı zamandaki Reformasyon (ıslahat) içerisinde hala yakın tarihli zamanlarda farzedilen “Öz Ben”in daha bir fiziksel karakteri ile açıklanabilir.

Ortalama bir batılı insan için, bu öğreti bu nedenle doğrudur, artık o Vedantik algıdaki reenkarnasyon değildir. Böylece günümüzde hala kişi reenkarnasyon konusunda konuşmak istiyorsa, bunu artık ruhu “şahsiyet” olarak görmek yoluyla yapamaz fakat insan mevcudiyetine dahil edilmiş diğer prensipler vasıtasıyla ve daha öte bir halde şahsi bilincin doğru sürekliliğini hariç tutan algıda yapabilir. Kişi kendisine şu anki şartların sonsuz olduğunu, varoluştan varoluşa iletilenin artık “ölümsüz atman” (superpersonality) olmadığını fakat Budist algının terminolojisinde “hayat”ın “arzu” gibi olduğunu söyleyebilir.6 Bu derinliklidir ve “hayvansal” olan, yaşama iradesi gösterir, şahsiyet altı mevcudiyetlerin türleri açısından, her ölümlü benliğin rahminde daima yeni bir doğum ve aynı zamanda daha aşkın dünyalara bir barikat yaratır. Eğer bu noktada bu nedenle reenkarnasyon ve karma hakkında konuşmaya devam etmek istiyorsak, gerçeğe uygun olan imgelem, görünürde açık olarak fani ruha ya da istisna olarak çilecilik vasıtasıyla nirvana halinde özgürleşen ruha sahip olan Budist tipi öğretilerde aranmalıdır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, ahlaki terimlerle ifade etmek istersek, bu kavram Adem’den gelen, cupiditas (arzular) ya da appetitus innatus (içsel iştah) gibi Katoliklikteki, insanın eti olan “günah”ın mirası teorisine tekabül eder.

            Budizm’e göre, düşünceleri, sözleri ve eylemleri (karma) ile uyanışa ve ruhsal aydınlanmaya erişememiş kişi buna rağmen başka bir varoluş ya da kendisinden esaslı eğilimleri aldığı hayata karşı duyduğu tatmin edilmemiş hasretle başından sonuna kadar aynı güçle sürdürülen demon (antarabhava ya da vijnana olarak da bilinir) meydana getirmiştir. Genelde, bu varoluş ölümden sağ kurtulur. Onu kapsayan ve henüz zapt edilmeyecek olan eğilimlerin kaçınılmaz kuvveti, kendi doğalarına uygun bir beden ve hayata doğru dünyada geri dönerken rehberlik edeceklerdir, ebeveynleri tarafından sağlanan fiziksel ve hayati elementlerle kendi kendisine katılacaktır, kendisini “arzu” ile çarpıtmış insan tipinden düşük seviyedeki diğer varlıkların kendilerini meydana koymaları için bir temel teşkil eder, burada birbirlerine katılır ve benzeşim kanununa göre asimile olurlar, varoluşun diğer hallerine yetmez. Ölmüş olanın şahsi sürekliliği gerçek ilişkisine sahip olmayan varlığın çeşitli kalıtımlardan oluşmuş ortak olarak anılan halinden bir hayli karmaşık olması gibi yeni bir insan bilinci doğmuştur. Bunula beraber, bir yandan, neden ve sonuç kanunu (karma) önceki hayata, antarabhava’nın özel bir biçimine dönüşen kaynağına geri dönebilir ve diğer yandan enkarne olmuş (ete kemiğe bürünmüş) ilgi çekici yeni varoluşun nasıl karşı konulmaz biçimde birçok parçadan oluştuğunu açıklayabilir.7

7 Kişi, ruhun kendisini tanımladığı ve çeşitli insan ruhlarından oluşmuş biçimde kalan mantıksız biçemi belirleyebilir ve klasik anlayışta cin/iblis terimi ile kendi kendine gelişen eğilimlerin doğasına benzerlikteki “kendi iblisi ve hayatı tarafından seçilmiş olan” ruh anlatan Eflatun öğretisini hatırlayabilir. (Enneadlar, III, iv, 56)

“Ruhlar”ın, hayaletlerin ve psişik artıkların dışında, tutkular sandığından fışkıran kör yaratık –antarabhava- dışında hiç kimse ölümden kurtulamaz, şahsi sürekliliğe uygun olarak zaten hayatta olan kimse bir dereceye kadar aydınlanmaya erişememiştir. Eğer bu dereceye ulaşıldıysa, ancak o zaman ruh aracılığıyla hayatta kalmak konuşulabilir: bilincin sürekliliğini koruyan ruh bu tarz ölüm ötesi deneyimlerle de purgatori (araf) terimi ile belirtilenin bütünlüğü için karşılaşabilir; buna ya da insanın ve insan altı dünyanın ötesindeki varoluşa erişebilecek şekilde onlarla yüzleşir. Her durumda, sadece dünyaya ait olanlar dünyaya geri dönerler. “Ruh” diğer bedenlerden gelmez ama diğer dünyalardan gelir yani varoluşun diğer hallerinden gelir ve diğer bedenlerin içine girmez ama eğer onların doğaüstü sonlarına kendisini uyumlu hale getirmek vasıtasıyla “cehennemler”den kaçıyorsa bu “dünya”ların diğerlerine girebilir. İnsan bedeninin halleri altındaki ruhun tekrar eden geçişi (bunun ya da ölümlü insanın ruhundan oluşmuş psişik bileşkenin değil) kesinlikle istisnai bir durumu temsil eder. Burada, insan bileşkesinin bayağı prensiplerinin sadece en müşterek ve gayri şahsi biçimde olanları vasıtasıyla doğrulanmış ruh vasıtasıyla, esasında reenkarnasyondan ayrı olarak bu nedenle ruh göçü olabilir.

Bu durumun genel hatları içerisinde, günümüz insanıyla alakalı olarak şeyler, reenkarnasyon boyunca bu şekilde durmaktadırlar. Burada Teosofinin ileriye sürdüğü doktrinin yerine ne yankılanmaktadır? Her teori ya da tekrar edersek her batıl inanç, herhangi bir görünüş altında, daima çağın barometrik endeksidir. Herhangi bir kişi, eğer kendisini daha üst varoluş boyutuna asla yükseltmeksizin, yaşamın kendisine yönelik değişmez ve tükenmez arzusu ile bir bedenden diğerine bedenini tüketen mantıksız mevcudiyeti eşsiz biçimde referans alırsa, reenkarnasyonun doğru bir fikir olduğunu söyleyebilir.

Günümüzde insanların büyük çoğunluğu için hayatın başlangıcı ve sonunun, var olmak ve “kurtuluş” halinin, kendilerini git gide bir aykırılık olarak sunmaları ile aynı biçimde tüketilmesinden beridir; dünyevi daimi tekrar doğum algısı ile şimdiki zamanın reenkarnasyonunun insanlığı için, optimizmin “evrim” ve “ilerleme” doğrultusunda içine kattıklarının doğal olarak haricinde ve doğru süreklilik ile bağlantısı olmayan yaratıklarının ve her dünyevi olmak halinin kökü olan içsel iştahın yerine açık olarak “doğal” ve şahsiyet altı mevcudiyetin bulunduğu ve Doğu’nun “Samsara” dediğinin yerine “ölümsüz benliğe” ait olan asılsız her şeyin varsayımı haricinde gerçeğin kesin bir kârına sahip olduğu söylenebilir.

Ayrıca bu başlıkta, kişi Teosofinin bir karakteristiği olarak her içten doğaüstü bakışın yoksunluğuna dikkat çekebilir. Varoluşun insan halinin bakış açısıyla, kutupsallığın önermesi ve Teosofinin, her yüksek medeniyet tarafından önceden ileri sürülmüş olana açıkça zıt durumda olan “evrimcisel” kavramı olmaksızın hakiki doğaüstü bir şey bulunmamaktadır. Katolik gelenekte olduğu gibi, dindışı düzen ve sonsuz düzen arasındaki gayet açık bir sınır bulunmaktadır, böylece Doğu geleneklerinde, fırsatların sonsuz serisi ile olmak haline bağlı “yeniden doğuş” ve arzu (insanın birçok “kutsal” ve “şeytani” halleri gibi olasılıklar) ve gerçek kurtuluş arasında açık bir uzaklık bulunmaktadır. Bu seriler, daimi bir çevrim (Helenistik gelenekte “ho kyklos tes geneos” olarak karşımıza çıkan kavram) ile temsil edilir ve burada her ilerleme hayalidir (yanıltıcıdır), varoluş kipleri özünde onlar varoluşun ortak seviyesinin oldukça ötesindeki biçimlerine eriştiği anda bile değişmezler. Kurtuluş, olmak hali ve zamanın herhangi bir gayesine bağlı olarak, “dikey” ve “doğaüstü”, eşit olarak uzak ve yakın, istisnai yolun yerine tekabül eder. Teosofinin bu karşıtlığı ortadan kaldırmasının yerine, aynı düzlemde iki terim yerleştirilmiştir: yüce amaç, şartlanmış dünyaya dayanan “evrimsel” gelişimin sonu ve yeniden doğumların sonsuz devinimi olarak düşünülür. Böylece gelişimin konuşulduğu yerde bu, görünürde sahip olunan şahsi ruh değil, tercihen “insanlığın” doğal ve hayvansal yığınıdır ve onun “tinselliği” esasında, daha yüksek bir bakış açısından, zooteknolojinin törebilimin isminden daha değerli olması gibi görünen bu zorunluluklar ve meşguliyetler ile müşterek sosyal ilerlemenin ütopyalarına, gizemli bir ilaveye indirgenmiştir. Öyleyse, herkese verilmiş olan ölümsüz “benlik” gibi bu, alternatif olanın gerçekliğinin bertaraf edilmesi vasıtasıyla, açıkça anestezi yapıldığında olanlar gibi; gerçek kurtuluş yolunun önlenmesi nedeniyle bu varoluşta çözülmüş olması gereken kurtuluş ya da cehennem azabı gibidir.    

Teosofinin böylesine anti-doğaüstü tinselliği besbelli ki burada yoktur. Bu hareket tarafından desteklenen prensipler arasında, her biçimin ve her varoluşun içindeki “tek hayat” içkinliği vardır ve aynı zamanda burada, bireysel “benliklerin” görevi, bağımsız öz bilinçlerini elde etmektir. Belirli yeni ahlak kurallarına özgü aristokrasi karşıtı kavramların sıra dışı bir uygulamasıyla; savaşta mücadele vasıtasıyla “hak ettiği” ve “meseleye (ya da maddeye)” tekrar eden dalışlardan elde edilen sert tecrübeler ile kişi kendisini tekrar elde etmedikçe “erdem olmaksızın haiz olmak” anlamındaki ilksel kutsallığın feragat ediş hali bile konuşulabilir. Steiner’ın düzletilmiş Teosofisinde bu, “Ahriman” ve “Lucifer”in beklendiği gibi kaydedildiği tamamlanmış bir âleme tekabül eder. Mantıklı bir sonuç olarak düşünüldüğünde bu görüş “sonuncusunu” temsil eden “hayatın” bir hali olan “tek hayat” sonucunu doğurur; her varlığın kendisinden biçimlenmiş olduğu alt katman ya da ilksel madde, kendisini uzak bir başlangıç gibi farklılaştırmalıdır; böylece, farklılık yasasına ve artikülasyona açıkça bir değer verilebilir. Reddedilmedikçe, “tek hayat” gaye, tekâmül haline gelir. Çeşitli taleplerin, süper-insan fethinin geleneksel yoluna ve çok çeşitli kaynaklardan toplanmış okült aletlere geri dönmesine rağmen Teosofideki gelişim fikri, gizemli renkler ve kişinin, “ayrılığın sanrısını” ve “benliği” reddeden farklılaştırılmamış “tek hayatın” alt katmanı ile basitçe karışmasının dejenere yönüne doğru eğilimlerle renklendirilmiştir.

“Üstün Kişiliğin” tamamen metafiziksel kavramının “Tek Hayat” kavramı ile yapacak bir şeyi olmadığından beridir, burada bile,  belirsizce görülen,  metafizik öğretinin idrak eksikliğinden ileri gelen bir karmaşa söz konusudur. Bu ciddi bir hatadır, dahası, Teosofiden uzak olan belirli yeni Vedantacı akımlar tarafından eşit derecede işlenmiştir ve diğer günümüz gurularının rastgele öğretilerinin direkt olarak, Hegel’in “karanlıkta her inek siyah renktedir” özdeyişindeki gibi her şeyin eşit hale geldiği ayrım gözetmeyen panteistik Tek’in, iyi eklemlenmiş, farklılaştırılmış ve Yunan algısındaki gibi kozmosun, biçimlerin ve bütünün düzenlenmesi olan metafizik Tek ile değiştirildiği Hinduizmi taklit etmeleridir.  Kaldı ki Teosofide görülen sonuçlardan alınan etkili referans noktası; kardeşlik, sevgi, eşitlikçilik, evrensel dayanışma, güçlü hiyerarşi yasası yerine cinsiyetlerin ve sınıfların dengelendirilmesi, farklılık ve insanoğlunun duygusallığındaki doğaüstü asaletinin bütünleşmesi olan yaşayan eksen için doğru bir yön sahibi oldukları anda daima akla gelen büyük geleneklerdeki kast sistemi gibi demokratik ideallerin doğal bir sonucudur. Ve bu, Teosofik akımın akrabası olan diğer çeşitli “ruhani” akımlarla olan öğretisel karmaşasından ayrı olarak dış çemberler de bile biçimlenebilen, modern medeniyetin buhranının diğerleri ile; açıkça müşterek ve ayrım gözetmeyenin içindeki gerileme yönündeki bir çok alemi işleyenleri ile buluştuğu yerde bir etmen teşkil eden kesin noktalardan biridir. 

Buraya kadar okuyan sevgili okur, çevirinin çok da başarılı olmadığını düşünüyorsa ve "şöyle olmalı" gibi bir fikre sahipse lütfen paylaşsın...

30 Ocak 2012 Pazartesi

Geleneğin İncelenmesi I - Doğal ve Doğaüstü Mutluluk


Aşağıdaki yazının orijinali için:


            İtalik kısımlar bana ait yorumlardır.

“Her halükarda, geleneksel öğretilerce bilindiği üzere önemli olan şey, mutluluk ile memnuniyet arasında hangisinin coşkun, hangisinin de hamasi olduğu konusunda ayrımın yapılmasıdır. Ayrım, iki karşıt durum ve iki karşıt insan tipi arasına tekabül eder. Mutluluğun ya da memnuniyetin birinci tipi tabiat düzlemine aittir ve dürtülerin, içgüdülerin, tutkuların ve eğilimlerin dünyasına doğru gerçekleşen edilgenlik tarafından mimlenmiştir. Gelenek, doğal varoluşun, arzu, istek ve hayatı ileriye doğru sürdüren ateşin bir anlık nemlenmesine dayanan arzunun tatminine bağlı olan coşkun memnuniyet gibi temellerini tanımlar. (Bu noktada ateşin nemlenmesi konusunu, dört elementten birisi olan ateş elementinin su elementi davranışı göstermesi olarak açıklayamasam da en azından fikir vermek isterim. Bu konu simya ve astroloji ile ilgilidir. Yakında onlara da ışık tutacağım) Diğer taraftan hamasi memnuniyet, daha üstün bir düzlemden hayata doğru var olmaktan gelen nihai davranışlara eşlik eder.”


“Kontrol edilmeyen tutku tarafından dalgalanan insanlık, kendini kontrol edemeyen keder ile kargaşalıdır, anksiyete ve kuşku sayesinde de savrulmaktadır. Sadece bilge olan, sadece düşünceleri kontrollü ve saflaştırılmış olan kişi, kendine itaat eden ruhun rüzgârlarını ve fırtınalarını var eder.”


DOĞAL MUTLULUK

Halkın büyük çoğunluğunun, tüm zamanlarda ve mekânlarda doğal mutluluğu arzu etmiş olmalarına rağmen, Gelenek öğretiyor ki, her yaşta, bu tarz arzuların ötesine geçmiş ve barışçıl bir kutsanma haline erişmiş olarak tanınan çok az insan olmuştur. Evola, arzunun harekete geçirici dört gücünü şöyle listeler:  

İçgüdü
Öğrenilmesi gerekmeyen doğuştan gelen arzular.
Dürtü
Arzuyu yaratan kuvvetli fikir.
Tutku
Arzuyu yaratan kuvvetli duygu.
Eğilim
Arzu ya da tiksintiye yol açan keyfi hoşlanılan ya da hoşlanılmayan şeyler.

İçgüdüler, dürtüler, tutkular ve eğilimler, doğal insanın dindirmek isteyeceği coşkun arzular yaratırlar. Bu duruma, arzuların tatmininin, mutluluğa neden olduğu inancı daima eşlik eder. Bununla beraber, doğal ya da dünyevi insan bir süreliğine mutluluğu tecrübe edebilir, ateşin sönmesi ile beraber, eşit coşkunluktaki başka bir arzu tekrar tatmin edilme ihtiyacı ile belirecektir. Yani demek istiyor ki nefsin sonu yok, biri biter öteki başlar...

ARZU VE İRADE

Arzunun karşısındaki “etken” ve “edilgen” kuvvetleri anlamak için, çabalama sürecinin açıkça gözlemlenmesi gerekmektedir. “Yeterli Sebep Prensibi” (ya da Nedensellik) bizi, şeyler ve olaylar için bir neden aramaya yönlendirir; örnek olarak bu, matematiksel bir kanıtın ya da dünyadaki şeyler için fiziksel nedenin mantıksal gereksinimi olabilir. İnsan davranışı durumunda bu, kişinin ne yaptığına bir açıklama veren sebep ya da güdüdür.
            Öyleyse kişi bazı sonuçlara erişmek için bir güdü sahibi olacaktır ve “özgür” olduğunun sınırlı hissi ile bu sonuçlara erişmek anlamında seçim konusunda özgürdür. Bununla beraber, davranışlarına hareket veren güdüleri seçmekte özgür müdür? Eğer kişinin bilinci içgüdüleri, dürtüleri, tutkuları ve eğilimleri açısından edilgen durumda ise, sonrasında kişinin davranışları bu faktörler tarafından kendisinden harici olarak biçimlenecektir. Bu daha derin his ile kişi özgür değildir ve kendisi dışında beliren kuvvetlerin esiri durumdadır.

TARAFSIZLIK

“Tarafsızlık, tamamıyla yaşanmış bir tecrübe ile bir arada var olur, soğukkanlı oluş hali daimi olarak hayatın özüne bağlanmıştır. Varoluşsal olarak konuşursak, bu birlikteliğin sonucu, kişinin neredeyse mantık süzgecinden geçirilmiş ve manyetik diyebileceği, ilksel kuvvetler, içgüdü ve doğa dünyasının kendinden geçirici (ekstaz, yakaza) açılışından gelenin kesin karşıtı olan berrak sarhoş olma hissinin en detaylı çeşididir. Bu çok özel berrak sarhoş olma hissinde, kendi haline terk edilmiş kaotik bir dünyada, özgür haldeki varoluş için gerekli olan hayati element seyreltilmiş ve aydınlatılmış olarak görülmelidir.”

J. Evola

Doğaüstü mutluluk ya da “hamasi keyf” ya da “berrak sarhoş olma hissi” tarafsızlığın etkisidir. Tarafsızlık, hayattan geri çekilme ya da vazgeçme ile aynı şey değildir. Aksine, tarafsız olan kişi hayat ile ilgili etken kuvvettir. Kişi artık içgüdülerinin, dürtülerinin, tutkularının ve eğilimlerinin kuklası değildir. Bunun yerine, o farkındalığın merkezindedir, “etkilenmeyen(duygusuz) taşıyıcıdır”, gözlemcidir. İçgüdüler, dürtüler, tutkular ve eğilimler sadece seçenekler haline gelmişlerdir ve kader, gereklilik ya da “ananke” değildirler.

20 Ocak 2012 Cuma

Ne dilediğinize ne istediğinize çok dikkat edin.

Bir önceki bloğu hazırlarken, okuyuculara tin, ruh, beden ayrımını nasıl imgelettiririm derken karşıma bu çıktı:


Fırsatını bulunca inceleyip türkçe mealleri ile yenisini çizip tekrar paylaşırım...

Zihinsel ruha dair


İnsanı ve varoluşu incelemek için cetveller, haritalar, ayrımlar kullanmak, bir çok geleneğin vazgeçilmezi olmuştur. bu yazının orjinali için: http://www.gornahoor.net/?p=3390

Batı geleneği (unutmadan bu konuda iskendere sitemkar bir yazı gelecek), dört Krallıktan bahseder ve insan bedeni ve ruhu aracılığıyla bu krallıkların her birine iştirak eder.   Diğer geleneklerde de alışıldık olduğu üzere ve Aziz Thomas Aquinas’den alınan aşağıdaki diyagramda gösterdiğimiz gibi ruh için farklı seviyeler bulunmaktadır:

Krallık
Hermetik
Kaynak
 Beden
Mineral
Beden
Doğal
Beslenen ruh
Bitkisel
Ruh
Doğal
Hislenen ruh
Hayvansal
Ruh
Doğal
Düşünen ruh
İnsani
Tin
Doğaüstü
İnsanda, bunlar, onları ayırmaya çalışan gnostik ya da teosofik sistemlerden farklı olarak bir bütün oluştururlar. Aquinas’inde belirttiği gibi, “Hislenen ruh, zihinsel ruh ve beslenen ruh bir bütün olarak insandadır ve sayısal olarak da tek ve aynı ruhturlar. Fakat beden de insanın bir parçasıdır. Ruhu bedenden ayrı tözler olarak gören dualist sistemlerin ve ruhun ve bedenim varlığını inkâr eden monist sistemlerin aksine, bu yaklaşım ne dualist ne de monisttir. Bu yaklaşım biçimi, ruhun, tin gibi, bedeni madde gibi görmektedir.
Bu, madde uzayının, tin uzayının bir yansıması olduğu konusunda hürmet eden geleneğin öğretisidir. İlahiyatçılar, henüz bu öğretinin getirilerini tam olarak kavrayamamışlardır. Bilhassa, demek oluyor ki hislenen ruhun, beslenen ruhun ve bedenin tüm tezahürleri, zihinsel ruhun biçimini benimsemektedirler. Bu durum, bizim ırksal ve fiziksel karakteristiklerimizi, zihinsel karakterlerimizi kapsadığı gibi kapsamak zorundadır.
Aquinas, Evola ve Guenon tarafından da kabul edilen “bağlılık ilkesi” konusuna doktrininde açıklık getirmektedir. Şöyle demektedir:
“… zihinsel olanın duygusal olanı, duygusal olanın beslenmeyle ilgili olanı takip ettiği jenerasyonların kabilinde, erkin eyleme bağımlı olması gibi duygusal olan zihinsel olana bağlıdır ve besinsel olan da duygusal olana bağlıdır.”
Durum henüz yeterince basit olmadığından, Aquinas şöyle devam eder:
“... insanın zihinsel ruhu, vahşi hayvanların hislenen (duygusal) ruhlarına ve bitkilerin beslenen ruhlarına ait olan herhangi bir şeyi esas itibariyle içermektedir.”
Böylece, ruhun ve bedenin düşük seviyeli parçaları, zihinsel ruh ile olan münasebetlerinde edilgen olmalarına rağmen, bu durum sadece sanaldır, esas değildir. Bu bizim insanı parçalı görme sebebimizdir. İnsan, zekâsı tarafından yönlendirilmek yerine, eylemlerinin, fiziksel arzuları, çatışan duyguları ve kişisel hevesleri tarafından harekete geçirilmesine meyleder. İnsan bunun “normal” ve “doğal” hali olduğu sonucuna varır. Kişi eğer aksi durumda yargılama yaparsa, bunları, “hayatı yadsıyan”, bağnaz, otoriter, tutucu ve benzeri sıfatlardan dolayı reddedecektir. Nietzsche’ye benzeyen birisi, zekânın sadece tesirli olduğunu dikkate alacaktır, yani bu ona arzularını tatmin eden araçların tertibinde yardımcı olacaktır. Bununla beraber, zekâsını olan bitenin sonunu saptamak için kullanmaz.
Hatta kişi tinsel durumunun ya da kaderinin fazileti vasıtasıyla böylesine bir öğretinin içine çekildiği zaman, günümüz dünyasında dönebileceği başka bir istikamet yoktur. Felsefe kitapları tüm bu durumu, kişinin ihtiyacı olanın doğrudan sezgisel kavrayış (keşf) ya da ruhani bilgi iken nazari olarak açıklamaktadırlar. Hermetik okullarda, kişi ruhunun çeşitli hareketlerini, fizikçinin, fiziksel bedenin hareketlerinin gözlemlemesi gibi gözlemlemeyi öğrenecektir. Bu yolda, kişi, ruhunun çeşitli parçalarının amelleri ayrıt etmeyi öğrenecektir. Kişi bunları katalog haline getirebilir ve çeşitli idmanlar vasıtasıyla bu parçalar arasındaki münasip ilişkileri hayata geçirebilecek yetenekleri geliştirebilecektir.
Kişi, olan biteni zekâsının temiz ışığıyla gördükçe, bir tarafsızlık hissi geliştirecek ve ne bedenin mantıksız arzuları tarafından güdülecek ne de duygusal salınımlar tarafından aklı karışacaktır. Bu demek değildir ki kişi, güdüleyici olmayan soğukkanlılık ve yumuşak başlılık gibi yüksek duyguları tecrübe etmeyecektir. Kişi sadece zihinsel ruhundan etken olduğunda özgür olabilir. Böylelikle aşırılığa kaçmama, mertlik, sağduyu ve adalet gibi erdemlere sahip olacaktır.