Makalenin
orijinali için:
İtalik
kısımlar benim yorumlarımdır.
Öncelikle belirtmem gerekir ki bu öncelikle
takipçisi olduğum ve ağa babaları Julius Evola ve Rene Guenon olan akım ile
Teosofi akımının karma ve reenkarnasyona bakışları arasındaki fark ile ilgili
bir yazıdır. Yazıda teosofik öğretinin bozulmuşluğu yanı sıra kavramları
çarpıtmasına da sık sık değinilmiştir.
Teosofi öğretisinin
merkezinde, modern insanın ilgisini, kaynağı olan Doğu’nun tümü ve özellikle
Hindistan’a atfedilmiş, unutulmuş bilgeliğin gerçeklerine geri getirmek maksadı
bulunmaktadır. Teosofi, gerçek değerin hangi öğretilerinin dikkatini çekebilir?
Ve hangi yanlış anlaşılmalar ve bozulmalar bu öğretilerin üzerine, teosofik
varsayımlar ve adileştirmeler vasıtasıyla birleştirilmiştir?
Teosofi, “benim bakış açıma göre” kayıp doğu
bilgeliğini Madam Blavatsky’nin ve ardıllarının yardımı ile batı medeniyetine
taşınması üzerine kurulmuş lakin daha sonraları ardıllarındaki çürüklük
nedeniyle dünyevi arzulara yönelik çarpıtmalara maruz kalmış bir adımdır. Nihayetinde
her insan topluluğunda çürükler kadar parlak ve değerli ruhlar da vardır. Bunlardan
birisi de Rudolph Steiner’dır.
Burada, teosofik
düşüncenin merkezinde bulunan iki kavramın yani karma ve reenkarnasyonun (ete kemiğe bürünmek) incelenmesinde
kendimizi sınırlandıracağız.
Hindu
geleneğinde, karma “eylem” anlamına gelir. Bu geleneğin asli fikirlerinden
birisi de şudur: “eylemden (karma), bu dünya yaratılmıştır, böylece
sürdürülebilir hale gelmiştir, böylece çözünemeyecektir”. Bilhassa: “Yaradılış
(varoluş, varlık, insan), eylemlere
(karma) uygunluğun içinde meydana gelir. Yaradılışlar (varoluşlar, varlıklar, insanlar), eylemin mirasçılarıdırlar”.
Bu ifadeler
kendi içlerinde belirgindirler. Onlar,
nedenselliğin genel ve basit yasasından
üstü kapalı bir biçimde bahsederler. Burada dikkate alınması gereken tek şey,
“eylem” –karma- teriminin, sadece tam anlamıyla maddesel algıdaki eylem için
geçerli olması değil, daha muazzam bir şeklini de benimsemesidir. Her düşünce,
her arzu, her alışkanlık eşit ölçüde karmadır. Ayrıca karma, ortalama insana
anlaşılması zor gelen etkilenimin (
tesir)
buyruklarına doğru genişler; çok farklı seviyelerden meydana gelen dolaylı
sebeplerin etkilerini birbirine bağlar; görünür olanın, varoluşun basit bir
formunun sınırlarının ötesine gider ve fiziksel nedenselliğin kanunları boyunca
olagelenlere benzemez; sadece zaman boyutunun içinde ortaya çıkmaz. Tüm bunlara
rağmen, ön planda olan, doğa kanunlarında kolaylıkla görülebilen, gerekli
silsilenin içindeki gayri şahsi ilişkilerin karakteridir. Böylece, mevzubahis insan olduğunda, karma
yasası “yap” ya da “yapma” demez fakat bir kez belirlenmiş bir neden
yaratıldığında sonucun olgularını basitçe bildirir. Karma bildirir, karar
vermez. Örneğin eğer kişi ateşi yakıp yakmamak konusunda özgür ise, bu durumda yakılmış
ateşin yakıcı olmayacağını varsayamaz. Karma açısından bu kavram, insanların
hayatları ve tanrılar ve görünmeyen kuvvetler arasındaki cismani dünyada ya da
psişik, ahlaki, entelektüel ve ruhsal dünyada olduğu gibi görülür dünyada
mevcut olan her şeye doğru genişlemelidir. Kısaca öğretiye göre, her şey
kendisinden biçimlenir, kendisini dönüştürür ya da yolunda devam ettirir, neden
ve sonucun saf ilişkisindeki gibi yukarıdaki aşağıdaki gibidir.
Bundan dolayı iradeyi,
onun, başlangıcın da ötesinde ilksel neden olduğunu farz etmekten ziyade, kabul
etmeyen evrensel
determinizm (belirlenimcilik,gerekircilik) nizamındaki kişi, zaten eylemde olan ile mutabık ya da
aleyhtar, yeni nedenleri, yeni eğilim serilerini, eylemleri ve tepkimeleri
üretmede esas itibarıyla kabiliyetlidir. Karmanın kabul etmedikleri, “şans” ve
“kader” fikirleri ile ilahi müdahaleler prensibi ya da ahlaki karakterin
onaylamalarının antropomorfik
(insan
benzeri) algısındaki “ilahi takdir”’dir.
1
1 Bu yüzden bu kavram Doğu öğretisi için hariç tutulan
bir kavram değildir. Klasik geleneklerde,
aynı “ilahi takdir” kavramının, teistik olarak tasarlanmış bir tanrı
ilgisine ilişkin olan “ahlaki” karakteri yoktu fakat bu, bir doktorun nesnel
bilimi vasıtasıyla verdiği uyarılar, “yap” ya da “yapma”’lardan ibaret olan koşullu
ve gayri şahsi kanunlar derlemesi olarak eksiksiz biçimde düşünüldü. Bu Eflatun
örneği için: (Enneadlar, III, iii, 5)
Eylem ve irade, bu sebeple dünyanın bu imgelemini tüketir. Her varoluş kendi kendisini
yapandır. Karma sadece yaratılmış nedenlerden sonuçları çeker ve kendi
hayatının akışındaki “Ben”, bilerek ya da bilmeyerek kendi kendine kazarak
açtığı kanalı takip eder. Böylelikle batı geleneği algısında kabahat ver
marifet, günah ve erdem gibi kavramlar yer almaz. Burada sadece, belirli
maddesel, fiziksel ya da ruhsal şartlara ister istemez neden olan maddesel,
fiziksel ya da ruhsal “eylemler” vardır. Önsel olarak (
a priori), tüm hayatlar
yukarıdaki ve aşağıdaki gibi açıktırlar. Bu hayatın doğasından gayri şahsi
olarak devam edecekler haricinde, bunlardan birisi ile kendi kaderini tayin
eden için korkacak ya da umut edecek bir şey yoktur. En kesin algı içerisinde,
her şey ve her varoluş kendi kendilerine bırakılmıştır.
Bu öğretiler
bakışın saflaştırılması sonucunu doğurur. Bu bizi her şeyi sağduyu ile dikkate
almak ve şeylerin özgür dünyasındaki kuvvetin içinde olana benzeşen gerçekliğin
yasaları konusunda alıştırır. Bizi korkunun ve umudun fantezilerinden özgür
kılar. Basit, güçlü, kendi kendine yeten bir şey gibi kendine doğru döner. Ve
bu, her daha yüksek idrak anının temel dayanağıdır.
Geleneğe göre
böyle bir karma algısı yasalara uygun biçimde kendi kavramına aittir. Fakat bu durum Teosofi göz önüne alındığında
ne biçimde karşımıza çıkar?
İlk olarak
karma, tipik bir biçimde irade fikrinden evrimsel determinizmin (belirlenimcilik, gerekircilik) modern
bir şekline doğru hareket eder. Özgür yolların kutupsallığı yerine – bireyin
bakış açısından gelen basit gerçektir, daha ötedeki her kavram ise metafiziksel
alana aittir2- mecburi
“süreç”’in er ya da geç sadece bir sonrakinin alternatifi olacağı eşsiz
istikametinin yerine koyar.
2 Etkili
bir şekilde, geleneksel öğretiler, uzak doğu kavramı olan “Cennet Yolu” (Tao),
Hindu kavramı olan “rta” ve Helenistik “kozmos” kavramına tekabül eden, daha
yüksek bir düzen fikrini bilirler. Fakat bu, kusursuz olarak sadece metafizik
küresinde geçerli bir fikirdir ve bu sebeple insani bir kavram olan “tasarım”
ile karıştırılmamalıdır. Şayet, bu daha yüksek düzen ile iradenin ve nedenselliğin
(karma) alanı arasındaki ilişkiye dair kinaye, evrenin, tüm çarklarının kendi
hesaplamaları ile döndüğü ve her zaman doğru zamanı gösteren saat ile
karşılaştırıldığı de Maistre’nin görselleri vasıtasıyla ya da bir Çin
özdeyişinde “bu düzen tüm düzensizliklerin toplamıdır” dediği gibi verilmiştir.
Bununla beraber, burada dokunulabilir hiçbir müdahale yoktur.
Aslında,
Teosofik bakışa göre, “tanrılar” ve “üstadlar”, “evrim”de daha öteye gitmiş
varlıklar olmalıdırlar; hayvanlar, “bizim genç kardeşlerimiz”, daha az
“gelişmiş”lerdir. Fakat bu sadece bir zaman meselesi olacaktır: diğerleri için daha
öteye giderek “kendini kurban eden” herkes kapıya erişecektir ve karma
çeşitleri, sadece “evrensel gelişim”e alet olacak biçimde hizmet edecektir.
Gayet açıktır ki tüm bunlar sadece, karmanın otantik kavramına teosofinin
konudan uzaklaştırıcı ve çarpıtılmış eklenişi olarak göz önüne alınabilir. Bu
nedenle eğer bu kavram sıklıkla aşkın gerçeklik âleminden daha fazla ya da daha
az
Philistine ahlakçılığına doğru geçiyorsa, “evrimin kanunları”na karşı
kendini uygun hissetmeyen birinin başının üzerinde asılı duran bir çeşit
Demokles’in Kılıcı biçimine dönüşmesi sürpriz olmamalıdır ve bununla ilgili
olan özgecil, insancıl, eşitlikçi, vejetaryen, feminist, vb. gibi bağıntılar
hareketin kendisi tarafından itiraf edilir. Bununla, pratik değerine rağmen, zaten
daha önce belirttiğimiz öğretinin özgürleştirici potansiyeli tamamen yitirilmiş
olmalıdır.
Teosofide
karma ile reenkarnasyon arasında özel bir ilişki vardır. Teosofi, başka bir “antik bilgeliğin öğretilmesi”
maksadıyla Batı’nın dikkatini bu konuya çekmek adına kendi kendine övünür.
Gerçekte, bu varoluşun, her şeyin başlangıcı ve sonu olduğuna, anlaşılması güç
bir dini fikir olan ahret kavramından ayrı olarak, bundan önce ve sonra başka
hiçbir şeyin gelmediğine inanan modern insanın ufuklarının sınırlanması dikkate
alındığında, canlılığını koruyan “uykudaki algıların ayaklandırılması için
dikkate alınan sınırlandırmalar” fikrinin artık daha fazla yürürlükte olmadığı
noktada, birçok hayatın ve ölümün tecrübesine sahip olanların ve bu bedenini
ötesinde bir dünyadan ötekine hala yükselebilenlerin olması kesinlikle bir artı
değerdir. Teosofide kötü olan şey, bütünün, dünyevi ve daha az ya da daha çok
azaltılmış bedenen var olmaların sıklıkları tarafından ayrıştırılmış aynı
tiplerin, varlıklarının monoton serilerine düşürülmüş olmasıdır. Böylelikle,
sınırlandırma, kendisinden biraz ayrıldığında değerli hale gelir. Teosofi
inanır ki o kendisini sadece antik bir öğreti üzerinden destekleyebilir fakat
gerçekte o, sadece harici ve popüler biçimler üzerine temellendirilir ve
teosofistlerin, tanzim etmiş olmaları gereken şeyler hakkında şeyleri düzenleme
algıları yoktur.
Reenkarnasyon
problemini çözmek için kişi, onun “ruhani” çözümü kadar ve doğruyu söylemek
gerekirse, bizim için kesin görünen, her insan ruhunun kişisel olarak varlığını
sürdürmesi gibi; Teosofinin biraz da olsa ilgilenmediği varlığını sürdürme
konusunu aydınlatmaya başlamalıdır. Teosofistlerin ileri sürdükleri reenkarnasyona
en yakın fikir, bunun belki Vedanta’da bulunduğu fikridir. Fakat
Vedanta bunun
bir temeline sahiptir: bu Öz’ün (kendilik) teorisidir, ölümsüz ve sonsuz olan
Atman’dır,
Brahman’a özdeş olandır, her şeyin metafiziksel prensibidir. Bu teori,
günümüz insanında artık bulunamayan fakat eskiden insanlığın Budist döneminde
varolan, insanın ruhani haline atıfta bulunur. Esasında Budizm’de, ruhun
zorunluluğunu ve sürekliliğini kabul etmeyen anatma öğretisini buluruz. Burada,
Vedanta ile Budizm karşılaştırması için, birbirinin karşıtı olan iki filozofik
görüşün sorusu değil, sadece iki farklı tarihi, ruhani konuma atıfta bulunulduğu
için farkı olan iki teori bulunmaktadır. Budizm’in reddettiği ruh (Atman),
Vedanta’nın doğruladığı bir şey değildir. Vedanta’nın ruhu, Budizm’in her insan
için takdim edilmiş gerçeği olarak değil, bilakis çilecilik kanalıyla fevkalade
biçimde erişilebilme yolunu bir araç olarak göz önüne aldığı şeyden başkası
değildir. Burada “Batı Geleneği”den de olsa kişi birçok geleneksel öğretinin
ezoterik (içrek) algısı ile mitler arasında bir ilişki kurabilir. Bu doğrusunu
anlamak hakkındadır, belirli bir anda şartlandırılmış psişik bir halde
kişiliğin tanımlanması ve özünde bedenden ayrışmasıdır: buradan, modern bir
insanın ilişki kurabilceği “Öz Ben”in doğumu, Budizm için gerçekdışı ve fani
olan “Öz Ben”, metafizik gerçeklik temelinde akla uygun ve kuvvetli olduğunu ortaya
koymaktadır.
3
3
Batı’nın tümünde (Yunan) ve orta doğuda yükselen
felsefi ve naturalist düşüncelerle aynı döneme denk gelen, Anatma öğretisini
savunan,
Budizmin doğduğu döneme (M.Ö.
600 dolayları) dikkati çekmek ilginç olacaktır: bunlar aynı Vedanta ‘da olduğu
gibi, öğretinin varoluşsal temelinde kurulmuş olan bilincin öncül ve üstün
biçimlerinin yerini alan mantıksal bilincin tezahürünün beyne bağlı olmasıdır. Büyük
geleneksel öğretilerin sadece insan icadı olmadıklarını ve aralarındaki
farkların keyfi değil, şeylerin esasen farklı tarihi ve ruhsal hallerinin
öğretisinin uyarlanmasına bağlı olduğunu hesaba katmak önemlidir.
Şimdi bu anlamda,
reenkarnasyon “Öz Ben”in, evrensel bir prensip olarak daha çok ya da daha az
geçerli olması hali içinde olabilir, bu nedenle, bu anlamda yakın zamanlardaki
benzer öğretiyle uyuşmayan her şahsi bireyselleşmeye karşı üstünlük de (Vedanta’ya
göre, atman=brahman) eğer sıradan insanın “Öz Ben”ine dönülür ve kendi üzerine
kapatılırsa aynı duruma sahip olabilir: ikinci durumda bağlantılar ayrılmıştır,
burada artık değişmeyen ipek iplik gibi zikzaklar çizen ve tekil varoluşu
temsil eden sonsuz inciler serisini birleştiren hiçbir şey yoktur. Bedenin ve
beynin desteklenmesi için tek sesli olarak kendi kendine katılma algısı ile
sonuç, doğuştaki ilk nefesle gelen bireyselleştirilmiş bilincin sürekliliğinin
(tüm eski deneyimlerin hatıralarının tüketen)4 nihai dönüşümü
olacaktır. Bu varoluşun karşısında, “şahsiyet” olarak ruh da esaslı bir risk
ile karşı karşıyadır. Ve bu artık Vedantik algıdaki reenkarnasyonun sorusu
değildir: onun yerine, belirli bir ölçüde, kararı bu dünyada verilen “kurtuluş”
ya da “cehennem azabı” seçiminin sorusudur. Nesne üzerinde öğretilen buna
benzer algılar ve elle tutulur tarihi var olma sebebi, belki de Katoliklik ya
da İslam gibi yakın zamandaki geleneklerden alınmışlardır.5
4 Bu
nedenle kişi, biçimlendiği dönemle alakalı olarak Katolik’liğin, ruhun bedenden
önceki varoluşunu neden “kâfirce” olduğunu ilan etmek zorunda kaldığını
anlamalıdır. Gerçekte sadece insan ruhu olarak ruh (ve günümüzde kişi farklı
ruhlar hakkında açıkça konuşamaz) bedenin doğumu ile beraber doğmaktadır.
5 Alternatifin
kötüleştirilmesi: Katolikliğe nazaran Protestanlıkta da gözlenebilen kurtuluş
ve cehennem azabı, hümanizm olarak anılanla aynı zamandaki Reformasyon
(ıslahat) içerisinde hala yakın tarihli zamanlarda farzedilen “Öz Ben”in daha
bir fiziksel karakteri ile açıklanabilir.
Ortalama bir
batılı insan için, bu öğreti bu nedenle doğrudur, artık o Vedantik algıdaki
reenkarnasyon değildir. Böylece günümüzde hala kişi reenkarnasyon konusunda
konuşmak istiyorsa, bunu artık ruhu “şahsiyet” olarak görmek yoluyla yapamaz
fakat insan mevcudiyetine dahil edilmiş diğer prensipler vasıtasıyla ve daha
öte bir halde şahsi bilincin doğru sürekliliğini hariç tutan algıda yapabilir. Kişi
kendisine şu anki şartların sonsuz olduğunu, varoluştan varoluşa iletilenin
artık “ölümsüz atman” (superpersonality) olmadığını fakat Budist algının
terminolojisinde “hayat”ın “arzu” gibi olduğunu söyleyebilir.6 Bu
derinliklidir ve “hayvansal” olan, yaşama iradesi gösterir, şahsiyet altı
mevcudiyetlerin türleri açısından, her ölümlü benliğin rahminde daima yeni bir
doğum ve aynı zamanda daha aşkın dünyalara bir barikat yaratır. Eğer bu noktada
bu nedenle reenkarnasyon ve karma hakkında konuşmaya devam etmek istiyorsak,
gerçeğe uygun olan imgelem, görünürde açık olarak fani ruha ya da istisna
olarak çilecilik vasıtasıyla nirvana halinde özgürleşen ruha sahip olan Budist
tipi öğretilerde aranmalıdır.
6 Daha önce de belirttiğimiz gibi, ahlaki terimlerle
ifade etmek istersek, bu kavram Adem’den gelen, cupiditas (arzular) ya da
appetitus innatus (içsel iştah) gibi Katoliklikteki, insanın eti olan “günah”ın
mirası teorisine tekabül eder.
Budizm’e
göre, düşünceleri, sözleri ve eylemleri (karma) ile uyanışa ve ruhsal
aydınlanmaya erişememiş kişi buna rağmen başka bir varoluş ya da kendisinden
esaslı eğilimleri aldığı hayata karşı duyduğu tatmin edilmemiş hasretle
başından
sonuna kadar aynı güçle sürdürülen demon (
antarabhava ya da
vijnana olarak da bilinir) meydana getirmiştir. Genelde, bu varoluş ölümden sağ
kurtulur. Onu kapsayan ve henüz zapt edilmeyecek olan eğilimlerin kaçınılmaz
kuvveti, kendi doğalarına uygun bir beden ve hayata doğru dünyada geri dönerken
rehberlik edeceklerdir, ebeveynleri tarafından sağlanan fiziksel ve hayati
elementlerle kendi kendisine katılacaktır, kendisini “arzu” ile çarpıtmış insan
tipinden düşük seviyedeki diğer varlıkların kendilerini meydana koymaları için
bir temel teşkil eder, burada birbirlerine katılır ve
benzeşim kanununa göre asimile
olurlar, varoluşun diğer hallerine yetmez. Ölmüş olanın şahsi sürekliliği
gerçek ilişkisine sahip olmayan varlığın çeşitli kalıtımlardan oluşmuş ortak
olarak anılan halinden bir hayli karmaşık olması gibi yeni bir insan bilinci
doğmuştur. Bunula beraber, bir yandan, neden ve sonuç kanunu (karma) önceki
hayata, antarabhava’nın özel bir biçimine dönüşen kaynağına geri dönebilir ve
diğer yandan enkarne olmuş (ete kemiğe bürünmüş) ilgi çekici yeni varoluşun
nasıl karşı konulmaz biçimde birçok parçadan oluştuğunu açıklayabilir.
7
7 Kişi,
ruhun kendisini tanımladığı ve çeşitli insan ruhlarından oluşmuş biçimde kalan
mantıksız biçemi belirleyebilir ve klasik anlayışta cin/iblis terimi ile kendi
kendine gelişen eğilimlerin doğasına benzerlikteki “kendi iblisi ve hayatı
tarafından seçilmiş olan” ruh anlatan Eflatun öğretisini hatırlayabilir.
(Enneadlar, III, iv, 5‐6)
“Ruhlar”ın,
hayaletlerin ve psişik artıkların dışında, tutkular sandığından fışkıran kör
yaratık –antarabhava- dışında hiç kimse ölümden kurtulamaz, şahsi sürekliliğe
uygun olarak zaten hayatta olan kimse bir dereceye kadar aydınlanmaya
erişememiştir. Eğer bu dereceye ulaşıldıysa, ancak o zaman ruh aracılığıyla
hayatta kalmak konuşulabilir: bilincin sürekliliğini koruyan ruh bu tarz ölüm
ötesi deneyimlerle de
purgatori (araf) terimi ile belirtilenin bütünlüğü için karşılaşabilir;
buna ya da insanın ve insan altı dünyanın ötesindeki varoluşa erişebilecek
şekilde onlarla yüzleşir. Her durumda, sadece dünyaya ait olanlar dünyaya geri
dönerler. “Ruh” diğer bedenlerden gelmez ama diğer dünyalardan gelir yani
varoluşun diğer hallerinden gelir ve diğer bedenlerin içine girmez ama eğer
onların doğaüstü sonlarına kendisini uyumlu hale getirmek vasıtasıyla
“cehennemler”den kaçıyorsa bu “dünya”ların diğerlerine girebilir. İnsan
bedeninin halleri altındaki ruhun tekrar eden geçişi (bunun ya da ölümlü
insanın ruhundan oluşmuş psişik bileşkenin değil) kesinlikle istisnai bir
durumu temsil eder. Burada, insan bileşkesinin bayağı prensiplerinin sadece en
müşterek ve gayri şahsi biçimde olanları vasıtasıyla doğrulanmış ruh
vasıtasıyla, esasında reenkarnasyondan ayrı olarak bu nedenle ruh göçü
olabilir.
Bu durumun
genel hatları içerisinde, günümüz insanıyla alakalı olarak şeyler,
reenkarnasyon boyunca bu şekilde durmaktadırlar. Burada Teosofinin ileriye
sürdüğü doktrinin yerine ne yankılanmaktadır? Her teori ya da tekrar edersek
her batıl inanç, herhangi bir görünüş altında, daima çağın barometrik
endeksidir. Herhangi bir kişi, eğer kendisini daha üst varoluş boyutuna asla
yükseltmeksizin, yaşamın kendisine yönelik değişmez ve tükenmez arzusu ile bir
bedenden diğerine bedenini tüketen mantıksız mevcudiyeti eşsiz biçimde referans
alırsa, reenkarnasyonun doğru bir fikir olduğunu söyleyebilir.
Günümüzde
insanların büyük çoğunluğu için hayatın başlangıcı ve sonunun, var olmak ve
“kurtuluş” halinin, kendilerini git gide bir aykırılık olarak sunmaları ile
aynı biçimde tüketilmesinden beridir; dünyevi daimi tekrar doğum algısı ile
şimdiki zamanın reenkarnasyonunun insanlığı için, optimizmin “evrim” ve
“ilerleme” doğrultusunda içine kattıklarının doğal olarak haricinde ve doğru
süreklilik ile bağlantısı olmayan yaratıklarının ve her dünyevi olmak halinin kökü
olan içsel iştahın yerine açık olarak “doğal” ve şahsiyet altı mevcudiyetin
bulunduğu ve Doğu’nun “
Samsara” dediğinin yerine “ölümsüz benliğe” ait olan
asılsız her şeyin varsayımı haricinde gerçeğin kesin bir kârına sahip olduğu
söylenebilir.
Ayrıca bu
başlıkta, kişi Teosofinin bir karakteristiği olarak her içten doğaüstü bakışın
yoksunluğuna dikkat çekebilir. Varoluşun insan halinin bakış açısıyla,
kutupsallığın önermesi ve Teosofinin, her yüksek medeniyet tarafından önceden
ileri sürülmüş olana açıkça zıt durumda olan “evrimcisel” kavramı olmaksızın
hakiki doğaüstü bir şey bulunmamaktadır. Katolik gelenekte olduğu gibi, dindışı düzen ve sonsuz düzen arasındaki
gayet açık bir sınır bulunmaktadır, böylece Doğu geleneklerinde, fırsatların
sonsuz serisi ile olmak haline bağlı “yeniden doğuş” ve arzu (insanın birçok
“kutsal” ve “şeytani” halleri gibi olasılıklar) ve gerçek kurtuluş arasında
açık bir uzaklık bulunmaktadır. Bu seriler, daimi bir çevrim (Helenistik
gelenekte “ho kyklos tes geneos” olarak karşımıza çıkan kavram) ile temsil
edilir ve burada her ilerleme hayalidir (yanıltıcıdır), varoluş kipleri özünde
onlar varoluşun ortak seviyesinin oldukça ötesindeki biçimlerine eriştiği anda
bile değişmezler. Kurtuluş, olmak hali ve zamanın herhangi bir gayesine bağlı
olarak, “dikey” ve “doğaüstü”, eşit olarak uzak ve yakın, istisnai yolun yerine
tekabül eder. Teosofinin bu karşıtlığı ortadan kaldırmasının yerine, aynı
düzlemde iki terim yerleştirilmiştir: yüce amaç, şartlanmış dünyaya dayanan
“evrimsel” gelişimin sonu ve yeniden doğumların sonsuz devinimi olarak
düşünülür. Böylece gelişimin konuşulduğu yerde bu, görünürde sahip olunan şahsi
ruh değil, tercihen “insanlığın” doğal ve hayvansal yığınıdır ve onun
“tinselliği” esasında, daha yüksek bir bakış açısından, zooteknolojinin
törebilimin isminden daha değerli olması gibi görünen bu zorunluluklar ve
meşguliyetler ile müşterek sosyal ilerlemenin ütopyalarına, gizemli bir ilaveye
indirgenmiştir. Öyleyse, herkese verilmiş olan ölümsüz “benlik” gibi bu, alternatif
olanın gerçekliğinin bertaraf edilmesi vasıtasıyla, açıkça anestezi
yapıldığında olanlar gibi; gerçek kurtuluş yolunun önlenmesi nedeniyle bu
varoluşta çözülmüş olması gereken kurtuluş ya da cehennem azabı gibidir.
Teosofinin
böylesine anti-doğaüstü tinselliği besbelli ki burada yoktur. Bu hareket
tarafından desteklenen prensipler arasında, her biçimin ve her varoluşun
içindeki “tek hayat” içkinliği vardır ve aynı zamanda burada, bireysel
“benliklerin” görevi, bağımsız öz bilinçlerini elde etmektir. Belirli yeni
ahlak kurallarına özgü aristokrasi karşıtı kavramların sıra dışı bir
uygulamasıyla; savaşta mücadele vasıtasıyla “hak ettiği” ve “meseleye (
ya da maddeye)” tekrar eden dalışlardan
elde edilen sert tecrübeler ile kişi kendisini tekrar elde etmedikçe “erdem
olmaksızın haiz olmak” anlamındaki ilksel kutsallığın feragat ediş hali bile
konuşulabilir. Steiner’ın düzletilmiş Teosofisinde bu, “
Ahriman” ve “
Lucifer”in
beklendiği gibi kaydedildiği tamamlanmış bir âleme tekabül eder. Mantıklı bir
sonuç olarak düşünüldüğünde bu görüş “sonuncusunu” temsil eden “hayatın” bir
hali olan “tek hayat” sonucunu doğurur; her varlığın kendisinden biçimlenmiş
olduğu alt katman ya da ilksel madde, kendisini uzak bir başlangıç gibi
farklılaştırmalıdır; böylece, farklılık yasasına ve artikülasyona açıkça bir
değer verilebilir. Reddedilmedikçe, “tek hayat” gaye, tekâmül haline gelir. Çeşitli
taleplerin, süper-insan fethinin geleneksel yoluna ve çok çeşitli kaynaklardan
toplanmış okült aletlere geri dönmesine rağmen Teosofideki gelişim fikri,
gizemli renkler ve kişinin, “ayrılığın sanrısını” ve “benliği” reddeden
farklılaştırılmamış “tek hayatın” alt katmanı ile basitçe karışmasının dejenere
yönüne doğru eğilimlerle renklendirilmiştir.
“Üstün
Kişiliğin” tamamen metafiziksel kavramının “Tek Hayat” kavramı ile yapacak bir
şeyi olmadığından beridir, burada bile,
belirsizce görülen, metafizik
öğretinin idrak eksikliğinden ileri gelen bir karmaşa söz konusudur. Bu ciddi
bir hatadır, dahası, Teosofiden uzak olan belirli yeni Vedantacı akımlar
tarafından eşit derecede işlenmiştir ve diğer günümüz gurularının rastgele
öğretilerinin direkt olarak, Hegel’in “karanlıkta her inek siyah renktedir”
özdeyişindeki gibi her şeyin eşit hale geldiği ayrım gözetmeyen panteistik
Tek’in, iyi eklemlenmiş, farklılaştırılmış ve Yunan algısındaki gibi kozmosun,
biçimlerin ve bütünün düzenlenmesi olan metafizik Tek ile değiştirildiği
Hinduizmi taklit etmeleridir. Kaldı ki
Teosofide görülen sonuçlardan alınan etkili referans noktası; kardeşlik, sevgi,
eşitlikçilik, evrensel dayanışma, güçlü hiyerarşi yasası yerine cinsiyetlerin
ve sınıfların dengelendirilmesi, farklılık ve insanoğlunun duygusallığındaki
doğaüstü asaletinin bütünleşmesi olan yaşayan eksen için doğru bir yön sahibi
oldukları anda daima akla gelen büyük geleneklerdeki kast sistemi gibi
demokratik ideallerin doğal bir sonucudur. Ve bu, Teosofik akımın akrabası olan
diğer çeşitli “ruhani” akımlarla olan öğretisel karmaşasından ayrı olarak dış
çemberler de bile biçimlenebilen, modern medeniyetin buhranının diğerleri ile;
açıkça müşterek ve ayrım gözetmeyenin içindeki gerileme yönündeki bir çok alemi
işleyenleri ile buluştuğu yerde bir etmen teşkil eden kesin noktalardan biridir.
Buraya kadar okuyan sevgili okur, çevirinin çok da başarılı olmadığını düşünüyorsa ve "şöyle olmalı" gibi bir fikre sahipse lütfen paylaşsın...