17 Mayıs 2012 Perşembe

Arabi'nin Fütühhat'ından bir pasaj; "İlimlerin Sınıflandırılması"


İlimler üç kısımdır: birinci kısım, akıl ilmidir. Bu ilim, insanda zorunluluk hükmüyle gerçekleşen veya delilin yönünü öğrenmek tarzıyla delili incelemekle gerçekleşen ilimlerdir. Bu ilmin kuşkuları da kendi cinsindendir. Bu nedenle nazar (teorik düşünce, araştırma) hakkında şöyle derler: “bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış!”
İkinci ilim haller ilmidir. Haller ilmi, sadece zevk (yaşama, tatma) yoluyla elde edilebilir. Dolayısıyla akılcı kişi, onu tanımlayamaz ve öğrenilmesi için kanıt ortaya koyamaz. Balın tatlılığını, sıbır otunun acılığını ve cinsel ilişkinin hazzını bilmek; aşkı, coşkuyu, arzuyu ve bunlara benzeyen şeyleri bilmek, bu kısma girer. Bu gibi ilimler, kendileriyle nitelenmeden ve tatmadan öğrenilmeyen ilimlerdir. Sahiplerinde bu ilimlerin taşıdığı kuşkular da, kendi cinsinden olan kuşkulardır. Söz gelişi, tatma duyusuna acı safra baskın gelen kimse balı acı hisseder, hâlbuki bal acı değildir. Burada tatma duyusuna temas eden şey sadece safranın acılığıdır.
Üçüncü ilim, sır ilimleridir. Sır ilmi, aklın gücünün üzerindeki ilimdir. Başka bir ifadeyle, Ruhu’l-Kuds’ün sırr’a üflediği ilimdir ve peygamber ve veliler o ilme tahsis edilmiştir.
Sır ilmi ikiye ayrılır: bir kısmı, bu sınıflamadaki birinci tür ilimler gibi, akılla algılanır. Fakat sır ilmini bilen, onu teorik düşünce yoluyla elde etmiş değildir, aksine o ilmin mertebesi kendisine onu vermiştir.
İkinci tür ise iki kısma ayrılır:  bir kısmı ikinci kısma katılır, fakat bunun hali daha kıymetlidir. İkinci tür, rivayet ilimleri türündendir. Bunlar özü gereği doğruluğa ve yanlışlığa konu olan ilimlerdir. Şu var ki rivayet ilimlerini bildiren kişinin bildirdiği şey hakkındaki masumluğu kesindir. Bu kısma örnek olarak peygamberlerin – Allah hepsine merhamet etsin- Allah’tan aktardığı haberleri, cennet ve içindeki şeyleri bildirmelerini verebiliriz.
Bu bağlamda peygamberin “bir cennet vardır” şeklinde bildirdiği haberler, rivayet ilmi; kıyamet için “orada suyu baldan tatlı bir havuz vardır” şeklinde ifadesi hal ilmindendir ve o bir zevktir. Hz. Peygamber’in “Allah var idi ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu” ve bu anlamda verdiği haberler ise teorik düşünceyle algılanabilen akıl ilimlerindendir.
Sırlar ilmi olan bu üçüncü sınıfın özelliği şudur:  bir insan onları bildiğinde, bütün ilimleri öğrenir ve kuşatır. Diğer ilimlerin sahipleri böyle bir imkâna sahip değildir. Dolayısıyla bu kuşatıcı ilimden daha değerli bir ilim yoktur. O, bütün bilinenleri içerir.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Şeyh'ül Ekber ve Kabala'nın kökenleri hakkında bir not


Aşağıda paylaşılan yazı;


Adresinden tamamına erişebileceğiniz, ALİ NAKİ GÜNDOĞDU tarafından hazırlanmış olan, “MUHYİDDİN İbn-i Arabî’de Mistik Bilginin Kategorileri” isimli makalenin bir paragrafıdır…

İbn Arabî'ye göre vahdet-i vücut, tevhidin, Allah'ı birleşme­nin doğal bir sonucudur. Ancak tevhidin bir tenzihi, bir de teşbihi yönü vardır. Asıl olan bu iki yön arasındaki dengenin korunmasıdır. Tenzih, bizi mutlak olan zat’ın soyut birliğine gö­türür (vahdet); teşbih ise halka, yani yaratılışın çokluğuna (kes­ret). Birincide Allah batın, ikincide ise zahirdir. Allah hem aş­kın, hem de içkindir ve görüngüleri zıtlıkların birliğidir. Evvel ve ahirdir. Âlemin zuhurundan evvel Allah, El gayb-ül Mutlak halinde idi. Yani mutlak bir belirlenmemişlik halinde. Ancak âlemdeki nesneler O'nda potansiyel olarak mevcuttu (ayan-ı sa­biteler). Böylece Arabî, Platonik idealar ve arketipler anlayışını sürdürür. Ancak bunları levh-i mahfuz'la benzeştirerek İslamîleştirir. Mevcudat aşamalar halinde kuvveden fiile, batından zahire dönüşür. Kâinattaki her varlık bir yönüyle zat’ı temsil eder. Dolayısıyla her varlık İlahî zat’ın bir tecellisidir, kendinde hakikatleri yoktur. Batın ile zahir, ya da gizli ile açık âlem arasındaki bağ (berzah) ise insan-ı kâmil'dir. İnsan-ı Kâmil Allah'ın aynası, ilmidir. Kalem, bu insanın ruhu, levh'ül mahfuz ise kalbidir. Zâhir ile batın, vücut ve imkân, hak ve halk'ın zıtları in­san-î kâmil tarafından birleştirilir. Zuhur ve vusul aşk iledir. Ancak yetkinleşmek için mistik sufiler gibi salt aşk ilkesi yeterli değildir. Akıl, vicdan, sevinç, sezgi ve şuhûd gibi ilkelerde de yetkinleşmek gereklidir. Arabî, Kamil insan anlayışını Hallac'tan almıştır. İnsan küçük âlem (mikrokozmos)dur ve âlemin hülasa­sıdır. Makrakozmos yanında ilahî isimler de insan'da tecelli et­mektedir ve insan bu nedenle Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Arabî de ruh'un bedenden soyut ve hatta beden'e zıt ve emr âlemine ait bir cevher oluşu anlayışını benimser. Böylece Platonik ruh anlayışı yine İslamîleştirilerek sürdürülmüş olur. Yaşanılan bir tecrübe olarak tasavvuf bir dizi disiplin ve temrinle kişinin nefsini terbiye ederek kalbini arındırması sonucu Allah’ın mutlak Zatı’nın dışında hiçbir varlığın kalmadığı bir fena makamına ulaşma yolculuğudur. Bu yolculuk belli bir disiplinle ve bir veli’nin gözetiminde sürdürülür. Ancak açıktır ki tasavvuf bir zevk işidir. Yani kişisel mizaca bağlıdır. Dolayısıyla kişinin Allah'a yönelik tutkulu ve kalbî yolculuğu, bir nefs terbiyesinin ötesinde bir muhabbet ve aşk temelini gerektirmektedir. Aşk ise bir öğretinin kazanımından ziyade kişinin kendi öznel varlığı, yeteneği ve tecrübesiyle ilgili bireysel bir estetik üsluptur. O ne­denle tasavvuf, son tahlilde bir zihinsel sistem; bir düşünce eko­lü olmaktan çok yaşamsal kazanımla ve pratikle ilgili bir eğilim­dir.