30 Mart 2012 Cuma

Akşemseddin'in hiyerarşi anlayışına dair


Aşağıdaki pasaj Ethem Cebecioğlu isimli akademisyenin Akşemseddin ile ilgili hazırladığı makalenin son bölümüdür...


Şunu belirtmekte yarar var: Meczuplar, her ne kadar tekliften azade gibi gözükse de Akşemseddin’in kurguladığı veliler hiyerarşisindeki iç işleyiş / iç yapılanmaya harfiyen uymak zorunluluğundadır. Yani meczup Levh’e bakar, orada yazılı olanı görür, ona göre âlemdeki gerekli işleri tasarruf güzüyle yerine getirir, şeklinde bir yapılanmadan bahsetmez Akşamseddin… Aksine zamanın kutbu, arş üzerindeki levhe bakar, gördüğünü, uygun bulduğu tasarruf sahibi meczuba aktarır. Yani meczup, emrin Hak’dan halka nüzulündeki emir-komut, amir-memur zincirindeki yerinde sabittir, orada oynama, yer değiştirme söz konusu değildir. Zirvede Allah vardır, emrini arş üzerindeki levhe nakşeder, kutub onu okur ve daha aşağı mertebede görevli memur pozisyonundaki meczuba amir vasfıyla, ne gibi işleri yerine getireceğini bildirir. O da Hakk’ın kendisine lütfettiği tasarruf gücüyle vazifesini tıpkı meleklerin “Allah’a emredilen konuda isyan etmezler, emrolundukları şeyleri yaparlar” tarzında yerine getirirler. Allah’ın yarattığı kullar çerçevesinde olmak üzere “müdebbir meleklere” verdiği gibi, emri melekleşmiş, kutsi, saf ve temiz ruhlara vermiştir. Esasen yöneten Allah’tır, müdebbirlik vasfına haiz melek veya insan da robotik, maşa konumunda alet varlıklardır. Tasavvuftaki kutub kavramına bakarak, Allah’a yedek ilahlar yamamaya çalışmak iddiasını disiplindeki spekülatif anlama zorluğu açısından yersiz bulduğumuzu ifade etmek isteriz. Hiçbir varlık ister nebi, ister veli, ister kutub, isterse melek ve diğer tüm mahlûkat, asla Allah olamazlar. Ve tasavvufta da bu türden bir iddia asla görülmemiştir. Problem, tasavvuf ehli olmayanların, alanın terminolojisini bilmemelerinden yarım anlayışlı zihinsel bulanıklıklarındandır. Bu bulanıklık, tasavvufa dair spekülatif bilgi üretiminden / yorumundan mahrumiyete sebep olur. Ve sonuç yanlışla biter.

22 Mart 2012 Perşembe

Birlik kavramı, gücü, niteliği


Burada paylaşacağım yazı René Guénon'un "Manevi İlimlere Giriş" adlı eserinin, "Manevi Etkiler ve "Egregore"lar" isimli altıncı bölümüdür. Yazıda geçen birçok kavram yazının içinde açıklanıyor olsa da hotlinkler yardımı ile daha açık olmaya çalıştım ve bazı yerlerde yorumlarım da mevcuttur (italik olanlar)

Kısa bir süre önce okumuş olduğumuz, bizim “İnisiyasyona Toplu Bakışlarımız”a ilişkin bir notta, bizim o yapıtta söylemiş olduklarımızı bir tür özetliyor zannını verebilecek biçimde ifade edilmiş olan şu tümceyi görünce biraz şaşırdık: “İnisiyasyon, kuşkusuz, tilmizi (adepte) ne meditasyon (zikir) yapmaktan ne de tefekkürden muaf tutar, ancak (şu var ki) onu özel bir plana sokar; onu inisiyatik bir örgütlemenin (kendisi de bir (tek) ve çok biçimli bir evrensel örgütün yüce egregore’undan gelen) egregore’u ile temasa geçirir”. Tilmiz sözcüğünün, bu sözcüğün gerçek anlamını açıklayarak özellikle geçersizliğini belirttikten sonra şaşırtıcı gelen, yanlış kullanımının üzerinde durmayacağız. Tam anlamıyla inisiyasyon ile büyük ya da küçük tilmizlik arasındaki yol uzundur… (mesela masonlukta küçük adept le büyük adept makamları arasındaki zorlu yol gibi) Fakat en önemlisi şudur: söz konusu notta, ayrıca, manevi etkilerin rolüne en ufak bir biçimde imada bulunulmadığından, konuları olabildiğince açık olarak ortaya koymaya gösterdiğimiz tüm özene rağmen (tam olarak anlaşılabilmek çoğu kez epey güç olduğundan) burada, başkaları için de söz konusu olabilecek, yeterince ciddi bir önemsememe var gibidir. Dolayısıyla, bir belirleme yapmanın yararsız olmayacağını düşünüyoruz: zaten bu yapacağımız belirlemeler, son makalelerimizde inisiyatik bağlanma konusunda bize yöneltilmiş olan çeşitli sorulara yanıt olarak sunduklarımızın doğal bir devamını oluştururlar. (bağlanma derken adanmışlık anlaşılmalıdır)

En önce, “egregore” sözcüğünü tam anlamıyla kolektif zatiyat denileni ifade etmek için hiçbir zaman kullanmamış olduğumuzu vurgulamak zorundayız. Zira bu deyimin hiçbir tradisyonel (geleneksel) yanı yoktur ve sadece, modern okültist dilinin fantezilerinden biridir. Onu ilk kez bu bağlamda kullanmış olan Eliphas Levi’dir ve şayet yanlış hatırlamıyorsak, bu bağlamda kullanımını haklı göstermek için onu (ona gerçek olmayan Latince bir etimoloji vererek) “sürü” sözcüğünden türeten de yine Eliphas Levi’dir, oysa bu sözcük kesinlikle yunancadır ve aslında “gece bekçisi, (ya da nöbetçisi)” anlamına gelir. Ayrıca, bu terimin yeterince muammalı bir karaktere sahip olan, ancak, her halükarda, “ara (mutavassıt) alem”e ait görünen zatiyatları ifade etmeye yönelik olarak Livre D’Henoch’da da bulunduğu biliniyor; aynı ad ile ifade edilebilecekleri zannedilen kolektif zatiyatlarla ortak sayılabilecek yönleri bundan (yani, bu “ara aleme” ait olmalarından) ibarettir. Kolektif zatiyatlar, gerçekte, psişik tertiptendirler (psişik tertip derken astral alemden bahsediyor) ve zaten işaret etmiş olduğumuz üzere, bunun ayrımına varılamamasının ciddiliğini de özellikle bu husus oluşturuyor, zira bu açıdan, alıntılamış olduğumuz cümle bize, sonuçta, manevi ile psişikin birbirine karıştırılmamasının yeni bir örneğiymiş gibi görünüyor.

Aslında, bu kolektif zatiyatlardan söz ettik ve inisiyatik alandan ayrımlamak için, sözcüğün en geniş anlamıyla, egzoterik (zahiri) denilebilecek olan alana ait dinsel ya da tradisyonel örgenleşmelere ilişkin olarak aşağıdaki satırları yazdığımızda, bunların rollerini yeterince belirttiğimizi düşünüyorduk. “Her topluluğun, önceki ve hâlihazırdaki üyelerinin katkılarıyla herhangi bir biçimde oluşmuş olan ve dolayısıyla, topluluk ne denli çok üyeye sahipse ve ne denli büyükse, o denli kayda değer ve yoğun etkiler oluşturabilen, latif bir güce sahip olduğu düşünülebilir.” Ayrıca, bu “niteliksel” değerlendirmede söz konusu alanın (onun ötesinde hiçbir biçimde işin içine giremeyecek olduğu) bireysel alan olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Kaldı ki bu bağlamda, kolektifin (tümüyle başka bir tertipte olan manevi etkilerin tersine) tüm oluşumunda bedensel olduğu kadar psişik olarak da bireyselin basit bir uzantısından (ya da yayılımından) başka bir şey olmadığını ve sonuç olarak bireysele kıyasla daha müteal olan hiçbir yönünün olmadığını hatırlatacağız. Alışılmış geometri terimleriyle, dikey yön ile yatay yönü birbirine karıştırmamak gerekir diyeceğiz (diyor ki dünyevi (yatay) olan ile ulvi (dikey) olanı ayırt edebilelim) Bu bizi sırası gelmişken yine bize sorulmuş olan ve burada düşündüğümüzle ilişkisiz olmayan başka bir soruyu yanıtlamaya yöneltiyor. “Herhangi bir kolektif psişik ya da sadece psişik zatiyat ile bir özdeşleştirmenin sonucu olanı birey-üstü bir hal olarak kabul etmek bir yanılgı olurdu. Böyle bir kolektif zatiyata herhangi bir derecede katılmak, kesinlikle bireyselliğin bir tür “genişlemesinden” başka bir şey değildir (tanrı ile bir olmak mevzusu). Yine, bir topluluğun üyeleri o topluluktaki latif gücü sadece bireysel tertipte bazı avantajlar elde etmek için (ilgili toplulukça bu amaçla oluşturulmuş olan yasalara uyarak) kullanabilirler ve bu avantajları elde etmek için (özellikle dinsel topluluklar durumunda görüldüğü gibi) ayrıca bir manevi etkinin işin içine karışması söz konusu olsa bile, böyle bir durumda, bireysellik-üstü olan kendi özgün alanının dışında etkinlik göstermekte olduğu için bu manevi etki, daha önce belirttiğimiz üzere, bireysel alana “inmiş” ve destek aldığı kolektif güç vasıtasıyla orada etkinlik göstermekte olarak kabul edilmelidir. Bu nedenledir ki bilinçli olsunlar ya da olmasın, dualar kolektif zatiyata en doğrudan biçimde yönelirler ve yalnızca bu zatiyatın vasıtasıyladır ki dualar, aynı zamanda (duaların arasında etkin olacak olan) manevi etkiye yönelir; duaların etkin olması için getirilmiş olan dinsel koşullar da zaten başka türlü açıklanamaz.

İnisiyatik organizasyonların ve yalnızca bunların temel amaçlarının bireysel alanın ötesine ulaşması ve hatta bireyselliğin gelişimiyle en doğrudan bağlantılı olanın (bile) aslında yalnızca bu bireyselliğin sınırlarının aşılmasına yönelik bir hazırlık evresi niteliğinde olması nedeniyle, inisiyatik organizasyonlarda durum tümüyle farklıdır. Bu organizasyonların tüm diğerleri gibi bazı açılardan, örneğin, dış dünyada karşı bir “savunma” oluşturmada ve üyelerini dış dünyadan gelebilecek bazı tehlikelerden korumada, (zira açıktır ki böyle şeyler manevi vasıtalarla değil de ancak bu dış dünyanın sahip olduklarıyla aynı düzeyden olan vasıtalarla yapılabilir. Ancak, bu çok ikincil ve inisiyasyonun kendisi ile hiçbir ilişkisi olmayan tümüyle alelade bir konudur) etkin bir rol oynayabilen bir psişik öğeyi de içerdikleri ortadadır. İnisiyasyon herhangi bir fizik gücün etkisinden tümüyle bağımsızdır, zira aslında ve özellikle, hemen ya da sonradan, artık bir psişik öğe vasıtasıyla etkin olmak söz konusu olmadığından önceki gibi aşağı bir düzeyden değil de yine manevi düzeyde olan sonuçlara yol açması gereken bir manevi etkinin doğrudan iletilmesine dayanır. Yine, bir inisiyatik organizasyona basit bir topluluk gözüyle bakmamak gerekir, zira onun tüm varlık nedenini oluşturan işlevi yerine getirmesini sağlayan hiç de bu yönü değildir. Topluluk, sonuçta sadece bireylerin bir araya gelmesi olgusundan başka bir şey olmayacağından (ve yüksek olan aşağı olandan hiçbir biçimde kaynaklanamayacağından) kendi başına, birey-ötesi olan hiçbir şey üretemez. Bir inisiyatik organizasyona bağlılığın bu tür etkilerinin olabilmesi ancak o organizasyonun, topluluğa kıyasla, birey-ötesi ve müteal olan bir şeye, yani emin bir biçimde ve sürekli olarak muhafaza ederek intikal ettirdiği bir manevi etkiye sahip olması ile mümkündür. Dolayısıyla, inisiyatik bağlılık bir “egregore”a ya da kolektif bir psişik zatiyata bağlanma olarak kavranmamalıdır, zira her halükarda, burada bağlanmanın tümüyle kazai ve inisiyatik organizasyonları egzoterik (zahiri nitelikteki) organizasyonlardan tümüyle farksız kılan bir veçhesi söz konusudur. Yine belirtelim ki gerçekten “zincir” oluşturan olgu, manevi etkinin art arda gelen kuşaklar vasıtasıyla kesintisiz olarak sürekli nakledilmesidir. Aynı şekilde, çeşitli inisiyatik tarzlar arasındaki bağ (her ne kadar, bu düşüncelerin çıkış noktasını oluşturan cümle böyle bir zannın oluşmasına yol açabilecekse de) basit bir “egregore”lar zincirlemesi değildir. Bu bağ, gerçekte tüm bu tarzlardaki (etkinlik gösterdiği az ya da çok özel tarzlar açısından değilse bile, özü ve amaçları açısından) bir manevi etkinin varlığından kaynaklanır. Ve yalnızca bu şekildedir ki yüce manevi merkez ile giderek çeşitli derecelerde bir, fiili ya da bilkuvve iletişim oluşabilir.

Bu değerlendirmelere yine aynı bağlamda önem taşıyan bir diğer vurgulamayı ekleyeceğiz. Bir inisiyatik organizasyon az ya da çok ciddi bir dejenereleşme durumuna girdiğinde, her ne kadar manevi etki orada hep bulunsa da kaçınılmaz olarak etkinliği azalır ve böyle bir durumda psişik etkiler daha açık biçimde ve kimi kez de neredeyse bağımsız bir biçimde belirirler. Bu bağlamdaki en aşırı durum, bir inisiyatik tarzın bu (inisiyatiklik) niteliğini yitirmesi ve (dolayısıyla) manevi etkinin tümüyle çekilmesi sonucunda ortada yalnızca “kalıntı” halindeki zararlı ve hatta özelikle tehlikeli psişik etkilerin kalması durumudur. Kuşkusuz, inisiyasyon sadece bilkuvve olarak dahi var oldukça durum bu kerteye varmaz. Ancak, inisiyatik bir tarzdaki psişik etkilerin az ya da çok baskınlık elde etmelerinin de olumsuz bir durum oluşturacağı da bir gerçektir ve yine bu da inisiyasyonu bu türden etkilerle bağlantılandırmak isteyenlerin nedenli hakikatten uzak olduklarını gösterir.

19 Mart 2012 Pazartesi

Ufak bir kafa ayarı


Gözlem yapan, sorgulayan, karşılaştıran ve belirli neticelere erişen zekâ ve sezgi kombinasyonuma göre kültürün, geleneğin, bilimin ve medeniyetin kaynağının büyük kısmı Hindistan’dadır. Aslında eşdeğer olarak Tibet’te ve Çin’dedir fakat bu iki bölgenin diğer dünya topraklarına ve oralarda yaşayan insan topluluklarına erişimi pek de mümkün olmamıştır. Daha izole olmalarından dolayı geleneksel olarak daha saf ve iyi işlenmiş kültürler yaratmışlardır. Şimdi bazı teoriler, efsaneler ve hikâyeler diyor ki bu merkezlerden öncesi de varmış. Misal Atlantis, Mu, Lemurya ya da Hyperborea. Ben bunları bir kenara koymayan birisi olsam da çok fazla üzerlerinde durmam çünkü zekâ ve sezgi kombinasyonum bu mecralarda yeterli sonuçlar vermiyor.

Çerçeveyi biraz daraltıp Hindistana bakmadan önce bundan sonra Hindistan yerine Bharata ismini kullanacağımı belirtmek isterim. Çünkü adamlar kendilerine bu ismi vermişler. Aslında Hindu dini dediğimiz şey de esasında Dharma inancıdır. İngiliz dangalaklığının sonucu India ve Hindu gibi isimlerle beynimiz yıkanmıştır. Bharata kültürü oldukça verimli nehirlerin arasındaki bereketli topraklar üzerinde gelişmiştir. Bilimsel olarak insanların beden yapılarına, ciltlerinin rengine, kafatası yapılarına, genlerinin bileşkelerine bakarsanız oldukça karmaşık bir yapı ile karşılaşırsınız. Benzeri bir yapı ise Antik Mısırda karşımıza çıkar.  İngilizlerin böl ve yönet politikalarının bir eseri de Bharata’da beyaz ırk Aryanlar ve kara ırk Dravidler ayrımında karşımıza çıkmaktadır. Konuyu derinlemesine inceleme gereği durmayan ve politik ve ekonomik çıkarlar doğrultusunda hareket eden Breton tandanslı bilim, bu tarz çalışmalar neticesinde “Hint-Avrupa Dil Ailesi” diye bir saçmalığı da dünyaya yedirmiştir.

Neyse efendim sonuçta Bharata’da birçok kavim var ve bunlar “artık” birbirinden ayrılamaz duruma gelmişlerdir. Lakin ki antik Bharata’da hüküm sürmüş kast sisteminde de kastlar renklerine göre ayrılırlar. Brahmanlar beyazla, Kşatriyalar kırmızı ile, Vaişyalar sarı ile ve son olarak Sudralar siyah ile temsil edilirler. Kast dışı olanlar mavi ile damgalanır. Bu söylediklerimden bazılarınız ırksal faşizm çıkarabilir fakat ben sayıları çok az olan ve ne demek istediğimi anlayanlara hitap ediyorum.

Bharata toprakları batıdan çok defa istilaya uğramışlardır. Orta asyadan, pers topraklarından, arap yarımadasından ve son olarak ta makedonyadan gelen İskender…

Dharma inancında biçimlenen tanrılar Asuralar olarak isimlendirilirler. Şeytanlarına ise Devalar denir. Hâlbuki antik pers’te ise Devalar tanrılardır. Tarihi bilinmeyen çağlarda Bharata halkları ile Pers halkları savaştıkça onların tanrıları da efsanelerinde savaşmışlardır. Günümüzde Batı ve Doğu arasındaki sürtüşmenin temeli buraya dayanır. Ayrıca Bharata’dan batıya gittikçe Sanskritçenin biçimlenerek değiştiğini görürsünüz ve en son Arapça halini alır. Kenan ülkesi civarında da kuzeyden gelen rünlerle karşılaşırlar ki bu bambaşka bir konu aslında. Aynı hareket dini yapılanma için de geçerlidir, Zerdüştlük, kendi geçmişini kısmen içinde eritmiş olsa da Dharma inancının basitleştirilmiş halidir. Hakeza yoga gibi namaskar gibi fiziksel uygulamalarda hem Zerdüştlükte hem de İslamda yer edinmişlerdir.

Neyse efendim kültür, gelenek doğudan batıya göçünü sürdürürken, Batı ile Doğu arasındaki sınır da bir o yana bir bu yana ilerlemiştir. Akameniş imparatorluğu sırasında bu sınır Helen uygarlığının kapılarına kadar dayanmıştır. Sonra İskender bu sınırı alıp Pamir yaylalarına kadar götürmüştür. Selevkosların bir bakışa göre durgun ve çürük başka bir bakışa göre de mükemmel medeniyetlerinden sonra bu Batı-Doğu sınırı gene batıya doğru ilerlemiştir. Aslında Roma İmparatorluğunun yükselişinin ışığı bu sınırı Pers sınırına kadar götürmüş olsa da Bizans, İslamın basıncına çok fazla dayanamamış ve neticesinde Osmanlı sayesinde bu sınır en batıdaki haline erişmiştir.

Bu med-cezir halinin gidip geldiği alandaki halklara ve kültürlere neler yaptığı ise sürüklenmeler arasında çoğunlukla yok olmuştur. Şimdi elimizdekilere bakarak, o uzak geçmişteki olup bitmişlere ancak bazı varsayımlarla yaklaşabiliriz.

            

9 Mart 2012 Cuma

Savaşmaksızın Başkalarının Ordularını Alt Etmek, Hünerlerin En İyisidir

Kadim bir öyküye göre eski Çin'de bir efendi, sağaltıcılar ailesinden bir hekime, bu sanatta kardeşlerinden hangisinin daha hünerli olduğunu sormuş.
Adı Çin'de tıp bilimiyle özdeşleşecek kadar ünlenmiş bu hekim, şöyle yanıtlamış: "En büyük ağabeyim hastalığın ruhunu daha şekillenmeden görüp uzaklaştırır, bu nedenle namı evin dışına çıkmamıştır.
Ortanca ağabeyim hastalıkları daha çok başlangıcında sağaltır; bu nedenle namı mahalle dışına çıkmamıştır.
Bana gelince, ben damarlar deler, ilaçlar yazar, tene masajlar yaparım; bu nedenle namım zaman zaman dışarı çıkıp efendilerin kulağına dek ulaşır."

http://www.hermetics.org/Taocu.html