20 Şubat 2012 Pazartesi

Karma ve Reenkarnasyon


Makalenin orijinali için:


            İtalik kısımlar benim yorumlarımdır.

            Öncelikle belirtmem gerekir ki bu öncelikle takipçisi olduğum ve ağa babaları Julius Evola ve Rene Guenon olan akım ile Teosofi akımının karma ve reenkarnasyona bakışları arasındaki fark ile ilgili bir yazıdır. Yazıda teosofik öğretinin bozulmuşluğu yanı sıra kavramları çarpıtmasına da sık sık değinilmiştir.

Teosofi öğretisinin merkezinde, modern insanın ilgisini, kaynağı olan Doğu’nun tümü ve özellikle Hindistan’a atfedilmiş, unutulmuş bilgeliğin gerçeklerine geri getirmek maksadı bulunmaktadır. Teosofi, gerçek değerin hangi öğretilerinin dikkatini çekebilir? Ve hangi yanlış anlaşılmalar ve bozulmalar bu öğretilerin üzerine, teosofik varsayımlar ve adileştirmeler vasıtasıyla birleştirilmiştir?

           Teosofi, “benim bakış açıma göre” kayıp doğu bilgeliğini Madam Blavatsky’nin ve ardıllarının yardımı ile batı medeniyetine taşınması üzerine kurulmuş lakin daha sonraları ardıllarındaki çürüklük nedeniyle dünyevi arzulara yönelik çarpıtmalara maruz kalmış bir adımdır. Nihayetinde her insan topluluğunda çürükler kadar parlak ve değerli ruhlar da vardır. Bunlardan birisi de Rudolph Steiner’dır.

Burada, teosofik düşüncenin merkezinde bulunan iki kavramın yani karma ve reenkarnasyonun (ete kemiğe bürünmek) incelenmesinde kendimizi sınırlandıracağız.

Hindu geleneğinde, karma “eylem” anlamına gelir. Bu geleneğin asli fikirlerinden birisi de şudur: “eylemden (karma), bu dünya yaratılmıştır, böylece sürdürülebilir hale gelmiştir, böylece çözünemeyecektir”. Bilhassa: “Yaradılış (varoluş, varlık, insan), eylemlere (karma) uygunluğun içinde meydana gelir. Yaradılışlar (varoluşlar, varlıklar, insanlar), eylemin mirasçılarıdırlar”. 

Bu ifadeler kendi içlerinde belirgindirler. Onlar, nedenselliğin genel ve basit yasasından üstü kapalı bir biçimde bahsederler. Burada dikkate alınması gereken tek şey, “eylem” –karma- teriminin, sadece tam anlamıyla maddesel algıdaki eylem için geçerli olması değil, daha muazzam bir şeklini de benimsemesidir. Her düşünce, her arzu, her alışkanlık eşit ölçüde karmadır. Ayrıca karma, ortalama insana anlaşılması zor gelen etkilenimin (tesir) buyruklarına doğru genişler; çok farklı seviyelerden meydana gelen dolaylı sebeplerin etkilerini birbirine bağlar; görünür olanın, varoluşun basit bir formunun sınırlarının ötesine gider ve fiziksel nedenselliğin kanunları boyunca olagelenlere benzemez; sadece zaman boyutunun içinde ortaya çıkmaz. Tüm bunlara rağmen, ön planda olan, doğa kanunlarında kolaylıkla görülebilen, gerekli silsilenin içindeki gayri şahsi ilişkilerin karakteridir.  Böylece, mevzubahis insan olduğunda, karma yasası “yap” ya da “yapma” demez fakat bir kez belirlenmiş bir neden yaratıldığında sonucun olgularını basitçe bildirir. Karma bildirir, karar vermez. Örneğin eğer kişi ateşi yakıp yakmamak konusunda özgür ise, bu durumda yakılmış ateşin yakıcı olmayacağını varsayamaz. Karma açısından bu kavram, insanların hayatları ve tanrılar ve görünmeyen kuvvetler arasındaki cismani dünyada ya da psişik, ahlaki, entelektüel ve ruhsal dünyada olduğu gibi görülür dünyada mevcut olan her şeye doğru genişlemelidir. Kısaca öğretiye göre, her şey kendisinden biçimlenir, kendisini dönüştürür ya da yolunda devam ettirir, neden ve sonucun saf ilişkisindeki gibi yukarıdaki aşağıdaki gibidir.

Bundan dolayı iradeyi, onun, başlangıcın da ötesinde ilksel neden olduğunu farz etmekten ziyade, kabul etmeyen evrensel determinizm (belirlenimcilik,gerekircilik) nizamındaki kişi, zaten eylemde olan ile mutabık ya da aleyhtar, yeni nedenleri, yeni eğilim serilerini, eylemleri ve tepkimeleri üretmede esas itibarıyla kabiliyetlidir. Karmanın kabul etmedikleri, “şans” ve “kader” fikirleri ile ilahi müdahaleler prensibi ya da ahlaki karakterin onaylamalarının antropomorfik (insan benzeri) algısındaki “ilahi takdir”’dir.1

Bu yüzden bu kavram Doğu öğretisi için hariç tutulan bir kavram değildir. Klasik geleneklerde,  aynı “ilahi takdir” kavramının, teistik olarak tasarlanmış bir tanrı ilgisine ilişkin olan “ahlaki” karakteri yoktu fakat bu, bir doktorun nesnel bilimi vasıtasıyla verdiği uyarılar, “yap” ya da “yapma”’lardan ibaret olan koşullu ve gayri şahsi kanunlar derlemesi olarak eksiksiz biçimde düşünüldü. Bu Eflatun örneği için: (Enneadlar, III, iii, 5)

Eylem ve irade, bu sebeple dünyanın bu imgelemini tüketir. Her varoluş kendi kendisini yapandır. Karma sadece yaratılmış nedenlerden sonuçları çeker ve kendi hayatının akışındaki “Ben”, bilerek ya da bilmeyerek kendi kendine kazarak açtığı kanalı takip eder. Böylelikle batı geleneği algısında kabahat ver marifet, günah ve erdem gibi kavramlar yer almaz. Burada sadece, belirli maddesel, fiziksel ya da ruhsal şartlara ister istemez neden olan maddesel, fiziksel ya da ruhsal “eylemler” vardır. Önsel olarak (a priori), tüm hayatlar yukarıdaki ve aşağıdaki gibi açıktırlar. Bu hayatın doğasından gayri şahsi olarak devam edecekler haricinde, bunlardan birisi ile kendi kaderini tayin eden için korkacak ya da umut edecek bir şey yoktur. En kesin algı içerisinde, her şey ve her varoluş kendi kendilerine bırakılmıştır.

Bu öğretiler bakışın saflaştırılması sonucunu doğurur. Bu bizi her şeyi sağduyu ile dikkate almak ve şeylerin özgür dünyasındaki kuvvetin içinde olana benzeşen gerçekliğin yasaları konusunda alıştırır. Bizi korkunun ve umudun fantezilerinden özgür kılar. Basit, güçlü, kendi kendine yeten bir şey gibi kendine doğru döner. Ve bu, her daha yüksek idrak anının temel dayanağıdır.

Geleneğe göre böyle bir karma algısı yasalara uygun biçimde kendi kavramına aittir.  Fakat bu durum Teosofi göz önüne alındığında ne biçimde karşımıza çıkar?

İlk olarak karma, tipik bir biçimde irade fikrinden evrimsel determinizmin (belirlenimcilik, gerekircilik) modern bir şekline doğru hareket eder. Özgür yolların kutupsallığı yerine – bireyin bakış açısından gelen basit gerçektir, daha ötedeki her kavram ise metafiziksel alana aittir2-  mecburi “süreç”’in er ya da geç sadece bir sonrakinin alternatifi olacağı eşsiz istikametinin yerine koyar.

Etkili bir şekilde, geleneksel öğretiler, uzak doğu kavramı olan “Cennet Yolu” (Tao), Hindu kavramı olan “rta” ve Helenistik “kozmos” kavramına tekabül eden, daha yüksek bir düzen fikrini bilirler. Fakat bu, kusursuz olarak sadece metafizik küresinde geçerli bir fikirdir ve bu sebeple insani bir kavram olan “tasarım” ile karıştırılmamalıdır. Şayet, bu daha yüksek düzen ile iradenin ve nedenselliğin (karma) alanı arasındaki ilişkiye dair kinaye, evrenin, tüm çarklarının kendi hesaplamaları ile döndüğü ve her zaman doğru zamanı gösteren saat ile karşılaştırıldığı de Maistre’nin görselleri vasıtasıyla ya da bir Çin özdeyişinde “bu düzen tüm düzensizliklerin toplamıdır” dediği gibi verilmiştir. Bununla beraber, burada dokunulabilir hiçbir müdahale yoktur.  

Aslında, Teosofik bakışa göre, “tanrılar” ve “üstadlar”, “evrim”de daha öteye gitmiş varlıklar olmalıdırlar; hayvanlar, “bizim genç kardeşlerimiz”, daha az “gelişmiş”lerdir. Fakat bu sadece bir zaman meselesi olacaktır: diğerleri için daha öteye giderek “kendini kurban eden” herkes kapıya erişecektir ve karma çeşitleri, sadece “evrensel gelişim”e alet olacak biçimde hizmet edecektir. Gayet açıktır ki tüm bunlar sadece, karmanın otantik kavramına teosofinin konudan uzaklaştırıcı ve çarpıtılmış eklenişi olarak göz önüne alınabilir. Bu nedenle eğer bu kavram sıklıkla aşkın gerçeklik âleminden daha fazla ya da daha az Philistine ahlakçılığına doğru geçiyorsa, “evrimin kanunları”na karşı kendini uygun hissetmeyen birinin başının üzerinde asılı duran bir çeşit Demokles’in Kılıcı biçimine dönüşmesi sürpriz olmamalıdır ve bununla ilgili olan özgecil, insancıl, eşitlikçi, vejetaryen, feminist, vb. gibi bağıntılar hareketin kendisi tarafından itiraf edilir. Bununla, pratik değerine rağmen, zaten daha önce belirttiğimiz öğretinin özgürleştirici potansiyeli tamamen yitirilmiş olmalıdır.

Teosofide karma ile reenkarnasyon arasında özel bir ilişki vardır. Teosofi,  başka bir “antik bilgeliğin öğretilmesi” maksadıyla Batı’nın dikkatini bu konuya çekmek adına kendi kendine övünür. Gerçekte, bu varoluşun, her şeyin başlangıcı ve sonu olduğuna, anlaşılması güç bir dini fikir olan ahret kavramından ayrı olarak, bundan önce ve sonra başka hiçbir şeyin gelmediğine inanan modern insanın ufuklarının sınırlanması dikkate alındığında, canlılığını koruyan “uykudaki algıların ayaklandırılması için dikkate alınan sınırlandırmalar” fikrinin artık daha fazla yürürlükte olmadığı noktada, birçok hayatın ve ölümün tecrübesine sahip olanların ve bu bedenini ötesinde bir dünyadan ötekine hala yükselebilenlerin olması kesinlikle bir artı değerdir. Teosofide kötü olan şey, bütünün, dünyevi ve daha az ya da daha çok azaltılmış bedenen var olmaların sıklıkları tarafından ayrıştırılmış aynı tiplerin, varlıklarının monoton serilerine düşürülmüş olmasıdır. Böylelikle, sınırlandırma, kendisinden biraz ayrıldığında değerli hale gelir. Teosofi inanır ki o kendisini sadece antik bir öğreti üzerinden destekleyebilir fakat gerçekte o, sadece harici ve popüler biçimler üzerine temellendirilir ve teosofistlerin, tanzim etmiş olmaları gereken şeyler hakkında şeyleri düzenleme algıları yoktur.

Reenkarnasyon problemini çözmek için kişi, onun “ruhani” çözümü kadar ve doğruyu söylemek gerekirse, bizim için kesin görünen, her insan ruhunun kişisel olarak varlığını sürdürmesi gibi; Teosofinin biraz da olsa ilgilenmediği varlığını sürdürme konusunu aydınlatmaya başlamalıdır. Teosofistlerin ileri sürdükleri reenkarnasyona en yakın fikir, bunun belki Vedanta’da bulunduğu fikridir. Fakat Vedanta bunun bir temeline sahiptir: bu Öz’ün (kendilik) teorisidir, ölümsüz ve sonsuz olan Atman’dır, Brahman’a özdeş olandır, her şeyin metafiziksel prensibidir. Bu teori, günümüz insanında artık bulunamayan fakat eskiden insanlığın Budist döneminde varolan, insanın ruhani haline atıfta bulunur. Esasında Budizm’de, ruhun zorunluluğunu ve sürekliliğini kabul etmeyen anatma öğretisini buluruz. Burada, Vedanta ile Budizm karşılaştırması için, birbirinin karşıtı olan iki filozofik görüşün sorusu değil, sadece iki farklı tarihi, ruhani konuma atıfta bulunulduğu için farkı olan iki teori bulunmaktadır. Budizm’in reddettiği ruh (Atman), Vedanta’nın doğruladığı bir şey değildir. Vedanta’nın ruhu, Budizm’in her insan için takdim edilmiş gerçeği olarak değil, bilakis çilecilik kanalıyla fevkalade biçimde erişilebilme yolunu bir araç olarak göz önüne aldığı şeyden başkası değildir. Burada “Batı Geleneği”den de olsa kişi birçok geleneksel öğretinin ezoterik (içrek) algısı ile mitler arasında bir ilişki kurabilir. Bu doğrusunu anlamak hakkındadır, belirli bir anda şartlandırılmış psişik bir halde kişiliğin tanımlanması ve özünde bedenden ayrışmasıdır: buradan, modern bir insanın ilişki kurabilceği “Öz Ben”in doğumu, Budizm için gerçekdışı ve fani olan “Öz Ben”, metafizik gerçeklik temelinde akla uygun ve kuvvetli olduğunu ortaya koymaktadır.3

Batı’nın tümünde (Yunan) ve orta doğuda yükselen felsefi ve naturalist düşüncelerle aynı döneme denk gelen, Anatma öğretisini savunan, Budizmin doğduğu döneme (M.Ö. 600 dolayları) dikkati çekmek ilginç olacaktır: bunlar aynı Vedanta ‘da olduğu gibi, öğretinin varoluşsal temelinde kurulmuş olan bilincin öncül ve üstün biçimlerinin yerini alan mantıksal bilincin tezahürünün beyne bağlı olmasıdır. Büyük geleneksel öğretilerin sadece insan icadı olmadıklarını ve aralarındaki farkların keyfi değil, şeylerin esasen farklı tarihi ve ruhsal hallerinin öğretisinin uyarlanmasına bağlı olduğunu hesaba katmak önemlidir.

                Şimdi bu anlamda, reenkarnasyon “Öz Ben”in, evrensel bir prensip olarak daha çok ya da daha az geçerli olması hali içinde olabilir, bu nedenle, bu anlamda yakın zamanlardaki benzer öğretiyle uyuşmayan her şahsi bireyselleşmeye karşı üstünlük de (Vedanta’ya göre, atman=brahman) eğer sıradan insanın “Öz Ben”ine dönülür ve kendi üzerine kapatılırsa aynı duruma sahip olabilir: ikinci durumda bağlantılar ayrılmıştır, burada artık değişmeyen ipek iplik gibi zikzaklar çizen ve tekil varoluşu temsil eden sonsuz inciler serisini birleştiren hiçbir şey yoktur. Bedenin ve beynin desteklenmesi için tek sesli olarak kendi kendine katılma algısı ile sonuç, doğuştaki ilk nefesle gelen bireyselleştirilmiş bilincin sürekliliğinin (tüm eski deneyimlerin hatıralarının tüketen)4 nihai dönüşümü olacaktır. Bu varoluşun karşısında, “şahsiyet” olarak ruh da esaslı bir risk ile karşı karşıyadır. Ve bu artık Vedantik algıdaki reenkarnasyonun sorusu değildir: onun yerine, belirli bir ölçüde, kararı bu dünyada verilen “kurtuluş” ya da “cehennem azabı” seçiminin sorusudur. Nesne üzerinde öğretilen buna benzer algılar ve elle tutulur tarihi var olma sebebi, belki de Katoliklik ya da İslam gibi yakın zamandaki geleneklerden alınmışlardır.5

4 Bu nedenle kişi, biçimlendiği dönemle alakalı olarak Katolik’liğin, ruhun bedenden önceki varoluşunu neden “kâfirce” olduğunu ilan etmek zorunda kaldığını anlamalıdır. Gerçekte sadece insan ruhu olarak ruh (ve günümüzde kişi farklı ruhlar hakkında açıkça konuşamaz) bedenin doğumu ile beraber doğmaktadır.

5 Alternatifin kötüleştirilmesi: Katolikliğe nazaran Protestanlıkta da gözlenebilen kurtuluş ve cehennem azabı, hümanizm olarak anılanla aynı zamandaki Reformasyon (ıslahat) içerisinde hala yakın tarihli zamanlarda farzedilen “Öz Ben”in daha bir fiziksel karakteri ile açıklanabilir.

Ortalama bir batılı insan için, bu öğreti bu nedenle doğrudur, artık o Vedantik algıdaki reenkarnasyon değildir. Böylece günümüzde hala kişi reenkarnasyon konusunda konuşmak istiyorsa, bunu artık ruhu “şahsiyet” olarak görmek yoluyla yapamaz fakat insan mevcudiyetine dahil edilmiş diğer prensipler vasıtasıyla ve daha öte bir halde şahsi bilincin doğru sürekliliğini hariç tutan algıda yapabilir. Kişi kendisine şu anki şartların sonsuz olduğunu, varoluştan varoluşa iletilenin artık “ölümsüz atman” (superpersonality) olmadığını fakat Budist algının terminolojisinde “hayat”ın “arzu” gibi olduğunu söyleyebilir.6 Bu derinliklidir ve “hayvansal” olan, yaşama iradesi gösterir, şahsiyet altı mevcudiyetlerin türleri açısından, her ölümlü benliğin rahminde daima yeni bir doğum ve aynı zamanda daha aşkın dünyalara bir barikat yaratır. Eğer bu noktada bu nedenle reenkarnasyon ve karma hakkında konuşmaya devam etmek istiyorsak, gerçeğe uygun olan imgelem, görünürde açık olarak fani ruha ya da istisna olarak çilecilik vasıtasıyla nirvana halinde özgürleşen ruha sahip olan Budist tipi öğretilerde aranmalıdır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, ahlaki terimlerle ifade etmek istersek, bu kavram Adem’den gelen, cupiditas (arzular) ya da appetitus innatus (içsel iştah) gibi Katoliklikteki, insanın eti olan “günah”ın mirası teorisine tekabül eder.

            Budizm’e göre, düşünceleri, sözleri ve eylemleri (karma) ile uyanışa ve ruhsal aydınlanmaya erişememiş kişi buna rağmen başka bir varoluş ya da kendisinden esaslı eğilimleri aldığı hayata karşı duyduğu tatmin edilmemiş hasretle başından sonuna kadar aynı güçle sürdürülen demon (antarabhava ya da vijnana olarak da bilinir) meydana getirmiştir. Genelde, bu varoluş ölümden sağ kurtulur. Onu kapsayan ve henüz zapt edilmeyecek olan eğilimlerin kaçınılmaz kuvveti, kendi doğalarına uygun bir beden ve hayata doğru dünyada geri dönerken rehberlik edeceklerdir, ebeveynleri tarafından sağlanan fiziksel ve hayati elementlerle kendi kendisine katılacaktır, kendisini “arzu” ile çarpıtmış insan tipinden düşük seviyedeki diğer varlıkların kendilerini meydana koymaları için bir temel teşkil eder, burada birbirlerine katılır ve benzeşim kanununa göre asimile olurlar, varoluşun diğer hallerine yetmez. Ölmüş olanın şahsi sürekliliği gerçek ilişkisine sahip olmayan varlığın çeşitli kalıtımlardan oluşmuş ortak olarak anılan halinden bir hayli karmaşık olması gibi yeni bir insan bilinci doğmuştur. Bunula beraber, bir yandan, neden ve sonuç kanunu (karma) önceki hayata, antarabhava’nın özel bir biçimine dönüşen kaynağına geri dönebilir ve diğer yandan enkarne olmuş (ete kemiğe bürünmüş) ilgi çekici yeni varoluşun nasıl karşı konulmaz biçimde birçok parçadan oluştuğunu açıklayabilir.7

7 Kişi, ruhun kendisini tanımladığı ve çeşitli insan ruhlarından oluşmuş biçimde kalan mantıksız biçemi belirleyebilir ve klasik anlayışta cin/iblis terimi ile kendi kendine gelişen eğilimlerin doğasına benzerlikteki “kendi iblisi ve hayatı tarafından seçilmiş olan” ruh anlatan Eflatun öğretisini hatırlayabilir. (Enneadlar, III, iv, 56)

“Ruhlar”ın, hayaletlerin ve psişik artıkların dışında, tutkular sandığından fışkıran kör yaratık –antarabhava- dışında hiç kimse ölümden kurtulamaz, şahsi sürekliliğe uygun olarak zaten hayatta olan kimse bir dereceye kadar aydınlanmaya erişememiştir. Eğer bu dereceye ulaşıldıysa, ancak o zaman ruh aracılığıyla hayatta kalmak konuşulabilir: bilincin sürekliliğini koruyan ruh bu tarz ölüm ötesi deneyimlerle de purgatori (araf) terimi ile belirtilenin bütünlüğü için karşılaşabilir; buna ya da insanın ve insan altı dünyanın ötesindeki varoluşa erişebilecek şekilde onlarla yüzleşir. Her durumda, sadece dünyaya ait olanlar dünyaya geri dönerler. “Ruh” diğer bedenlerden gelmez ama diğer dünyalardan gelir yani varoluşun diğer hallerinden gelir ve diğer bedenlerin içine girmez ama eğer onların doğaüstü sonlarına kendisini uyumlu hale getirmek vasıtasıyla “cehennemler”den kaçıyorsa bu “dünya”ların diğerlerine girebilir. İnsan bedeninin halleri altındaki ruhun tekrar eden geçişi (bunun ya da ölümlü insanın ruhundan oluşmuş psişik bileşkenin değil) kesinlikle istisnai bir durumu temsil eder. Burada, insan bileşkesinin bayağı prensiplerinin sadece en müşterek ve gayri şahsi biçimde olanları vasıtasıyla doğrulanmış ruh vasıtasıyla, esasında reenkarnasyondan ayrı olarak bu nedenle ruh göçü olabilir.

Bu durumun genel hatları içerisinde, günümüz insanıyla alakalı olarak şeyler, reenkarnasyon boyunca bu şekilde durmaktadırlar. Burada Teosofinin ileriye sürdüğü doktrinin yerine ne yankılanmaktadır? Her teori ya da tekrar edersek her batıl inanç, herhangi bir görünüş altında, daima çağın barometrik endeksidir. Herhangi bir kişi, eğer kendisini daha üst varoluş boyutuna asla yükseltmeksizin, yaşamın kendisine yönelik değişmez ve tükenmez arzusu ile bir bedenden diğerine bedenini tüketen mantıksız mevcudiyeti eşsiz biçimde referans alırsa, reenkarnasyonun doğru bir fikir olduğunu söyleyebilir.

Günümüzde insanların büyük çoğunluğu için hayatın başlangıcı ve sonunun, var olmak ve “kurtuluş” halinin, kendilerini git gide bir aykırılık olarak sunmaları ile aynı biçimde tüketilmesinden beridir; dünyevi daimi tekrar doğum algısı ile şimdiki zamanın reenkarnasyonunun insanlığı için, optimizmin “evrim” ve “ilerleme” doğrultusunda içine kattıklarının doğal olarak haricinde ve doğru süreklilik ile bağlantısı olmayan yaratıklarının ve her dünyevi olmak halinin kökü olan içsel iştahın yerine açık olarak “doğal” ve şahsiyet altı mevcudiyetin bulunduğu ve Doğu’nun “Samsara” dediğinin yerine “ölümsüz benliğe” ait olan asılsız her şeyin varsayımı haricinde gerçeğin kesin bir kârına sahip olduğu söylenebilir.

Ayrıca bu başlıkta, kişi Teosofinin bir karakteristiği olarak her içten doğaüstü bakışın yoksunluğuna dikkat çekebilir. Varoluşun insan halinin bakış açısıyla, kutupsallığın önermesi ve Teosofinin, her yüksek medeniyet tarafından önceden ileri sürülmüş olana açıkça zıt durumda olan “evrimcisel” kavramı olmaksızın hakiki doğaüstü bir şey bulunmamaktadır. Katolik gelenekte olduğu gibi, dindışı düzen ve sonsuz düzen arasındaki gayet açık bir sınır bulunmaktadır, böylece Doğu geleneklerinde, fırsatların sonsuz serisi ile olmak haline bağlı “yeniden doğuş” ve arzu (insanın birçok “kutsal” ve “şeytani” halleri gibi olasılıklar) ve gerçek kurtuluş arasında açık bir uzaklık bulunmaktadır. Bu seriler, daimi bir çevrim (Helenistik gelenekte “ho kyklos tes geneos” olarak karşımıza çıkan kavram) ile temsil edilir ve burada her ilerleme hayalidir (yanıltıcıdır), varoluş kipleri özünde onlar varoluşun ortak seviyesinin oldukça ötesindeki biçimlerine eriştiği anda bile değişmezler. Kurtuluş, olmak hali ve zamanın herhangi bir gayesine bağlı olarak, “dikey” ve “doğaüstü”, eşit olarak uzak ve yakın, istisnai yolun yerine tekabül eder. Teosofinin bu karşıtlığı ortadan kaldırmasının yerine, aynı düzlemde iki terim yerleştirilmiştir: yüce amaç, şartlanmış dünyaya dayanan “evrimsel” gelişimin sonu ve yeniden doğumların sonsuz devinimi olarak düşünülür. Böylece gelişimin konuşulduğu yerde bu, görünürde sahip olunan şahsi ruh değil, tercihen “insanlığın” doğal ve hayvansal yığınıdır ve onun “tinselliği” esasında, daha yüksek bir bakış açısından, zooteknolojinin törebilimin isminden daha değerli olması gibi görünen bu zorunluluklar ve meşguliyetler ile müşterek sosyal ilerlemenin ütopyalarına, gizemli bir ilaveye indirgenmiştir. Öyleyse, herkese verilmiş olan ölümsüz “benlik” gibi bu, alternatif olanın gerçekliğinin bertaraf edilmesi vasıtasıyla, açıkça anestezi yapıldığında olanlar gibi; gerçek kurtuluş yolunun önlenmesi nedeniyle bu varoluşta çözülmüş olması gereken kurtuluş ya da cehennem azabı gibidir.    

Teosofinin böylesine anti-doğaüstü tinselliği besbelli ki burada yoktur. Bu hareket tarafından desteklenen prensipler arasında, her biçimin ve her varoluşun içindeki “tek hayat” içkinliği vardır ve aynı zamanda burada, bireysel “benliklerin” görevi, bağımsız öz bilinçlerini elde etmektir. Belirli yeni ahlak kurallarına özgü aristokrasi karşıtı kavramların sıra dışı bir uygulamasıyla; savaşta mücadele vasıtasıyla “hak ettiği” ve “meseleye (ya da maddeye)” tekrar eden dalışlardan elde edilen sert tecrübeler ile kişi kendisini tekrar elde etmedikçe “erdem olmaksızın haiz olmak” anlamındaki ilksel kutsallığın feragat ediş hali bile konuşulabilir. Steiner’ın düzletilmiş Teosofisinde bu, “Ahriman” ve “Lucifer”in beklendiği gibi kaydedildiği tamamlanmış bir âleme tekabül eder. Mantıklı bir sonuç olarak düşünüldüğünde bu görüş “sonuncusunu” temsil eden “hayatın” bir hali olan “tek hayat” sonucunu doğurur; her varlığın kendisinden biçimlenmiş olduğu alt katman ya da ilksel madde, kendisini uzak bir başlangıç gibi farklılaştırmalıdır; böylece, farklılık yasasına ve artikülasyona açıkça bir değer verilebilir. Reddedilmedikçe, “tek hayat” gaye, tekâmül haline gelir. Çeşitli taleplerin, süper-insan fethinin geleneksel yoluna ve çok çeşitli kaynaklardan toplanmış okült aletlere geri dönmesine rağmen Teosofideki gelişim fikri, gizemli renkler ve kişinin, “ayrılığın sanrısını” ve “benliği” reddeden farklılaştırılmamış “tek hayatın” alt katmanı ile basitçe karışmasının dejenere yönüne doğru eğilimlerle renklendirilmiştir.

“Üstün Kişiliğin” tamamen metafiziksel kavramının “Tek Hayat” kavramı ile yapacak bir şeyi olmadığından beridir, burada bile,  belirsizce görülen,  metafizik öğretinin idrak eksikliğinden ileri gelen bir karmaşa söz konusudur. Bu ciddi bir hatadır, dahası, Teosofiden uzak olan belirli yeni Vedantacı akımlar tarafından eşit derecede işlenmiştir ve diğer günümüz gurularının rastgele öğretilerinin direkt olarak, Hegel’in “karanlıkta her inek siyah renktedir” özdeyişindeki gibi her şeyin eşit hale geldiği ayrım gözetmeyen panteistik Tek’in, iyi eklemlenmiş, farklılaştırılmış ve Yunan algısındaki gibi kozmosun, biçimlerin ve bütünün düzenlenmesi olan metafizik Tek ile değiştirildiği Hinduizmi taklit etmeleridir.  Kaldı ki Teosofide görülen sonuçlardan alınan etkili referans noktası; kardeşlik, sevgi, eşitlikçilik, evrensel dayanışma, güçlü hiyerarşi yasası yerine cinsiyetlerin ve sınıfların dengelendirilmesi, farklılık ve insanoğlunun duygusallığındaki doğaüstü asaletinin bütünleşmesi olan yaşayan eksen için doğru bir yön sahibi oldukları anda daima akla gelen büyük geleneklerdeki kast sistemi gibi demokratik ideallerin doğal bir sonucudur. Ve bu, Teosofik akımın akrabası olan diğer çeşitli “ruhani” akımlarla olan öğretisel karmaşasından ayrı olarak dış çemberler de bile biçimlenebilen, modern medeniyetin buhranının diğerleri ile; açıkça müşterek ve ayrım gözetmeyenin içindeki gerileme yönündeki bir çok alemi işleyenleri ile buluştuğu yerde bir etmen teşkil eden kesin noktalardan biridir. 

Buraya kadar okuyan sevgili okur, çevirinin çok da başarılı olmadığını düşünüyorsa ve "şöyle olmalı" gibi bir fikre sahipse lütfen paylaşsın...